Geçen haftanın yazısını “Bize öncelikle bir vicdan hareketi gerekiyor, Hrant’ta buluşanları onu öldüren karanlığa karşı da buluşturacak bir vicdan hareketi” diye bitirmişim. Yazıya gelen ya da bana doğrudan ulaşan okur tepkilerine baktım; geçtiğimiz günlerde yazılan, çizilen, söylenenlere baktım; beni hayalci bulanlara da, kötümserlere de hak verdim önce. Çünkü bu ülkenin çoğunluğu -hele de okumuş yazmış, kendini fikir beyan edecek düzeyde gören, buna imkân da bulan her kesimden siyasi ve düşünsel elitlerinin önemli bölümü, iktidarın ve muhalefetin başları- insandan, vicdandan öylesine uzaklaşmış, kendi siyasî-ideolojik karşıtlıklarının, cepheleşmelerinin kin girdabı ve nefret söylemine öylesine kapılmışlar ki, bir vicdan hareketinde buluşmaları imkânsız görünüyor.
“Siyasî duruşları eşitleyemezsiniz” diye yazmıştı bir okur. Bu okur tepkisi meramımı daha iyi anlatmama yardımcı oldu. Haklı: Siyasi duruşlar tabii ki eşitlenmez. Örneğin MHP’nin duruşuyla BDP’nin duruşunu, otoriter faşist çizgiyle özgürlükçü demokrat çizgiyi, AKP’nin siyasî hattıyla ÖDP’nin, EDP’nin siyasi-ideolojik hatlarını eşitlemek aklımdan geçmez. Mesele tam da burada işte: Anlatmaya, paylaşmaya çalıştıklarım siyasî duruşlarla değil insanî/vicdanî duruşlarla ilgili. Bir an için insanî olanın aynasından bakıp siyasî aynayı karartmayı becerebilirsek, “öteki”yi iktidarın ve siyasetin değil insanın aynasından görebilirsek insanda buluşmak kolaylaşır diye düşünüyorum. Bugüne kadar alıştığımız, öğrendiğimiz, uyguladığımız anlamda siyaset, hele de iktidar, insanî olanı gölgeliyor, nefret söylemini yaygınlaştırıyor. Diyalog-uzlaşma-çözüm yerine çatışma- cepheleşme-savaşı hakim kılıyor. Oysa insanî değerler ve vicdan temelinde bir siyaset mümkün; en azından denenmeli diyorum ben.
Söylemeye çalıştıklarımı boş vaaz, kof hayal sayanlar olduğunu biliyorum. Bir kaç yüzyıl önce, bırakın yüzyılları, kırk elli yıl önce, bugün bize hem doğal hem de doğru ve haklı gelen o kadar çok şey kof hayal sayılırdı ki... Bu yüzden “Bir vicdan hareketi gerek ve bu mümkün” demekten kaçınmıyorum; bu hareketin önündeki en önemli engel nedir, nasıl aşılabilir gibi sorular üzerine de kendimce kafa yormaya, zaman zaman da sizlerle paylaşmaya çalışıyorum.
Evren’le Türköne’yi Buluşturan Zihniyet
Bu ülkede siyasette hakim zihniyet, kökü Osmanlı’dan gelen, İttihat Terakki’de somutlaşan, Cumhuriyet’le pekişen, bugün de çağa uydurulmuş versiyonuyla süren: iktidarının ve siyasal-ideolojik hattının önünde engel gördüğün kişiyi, grubu, örgütü, siyaseti, düşünceyi yok etme zihniyetidir. Bu bir devlet geleneğidir ama sadece devletle ve siyasetle açıklanamaz, çağlar ve kuşaklar boyunca insanların içine işlemiş, neredeyse bir genetik kod halini almıştır. “Kuracaksın darağaçlarını, sallandıracaksın üçünü beşini” anlayışı, 75 milyona vardığı açıklanan nüfusumuzun ne yazık ki çoğunluğunun değişmez çözüm önerisidir. Bir duygusal tepkiden çok öte, bir zihniyet ikliminden söz etmek istiyorum.
Yazılarda isim vermekten kaçınırım, beni kişiler değil düşünceleri ve edimleri ilgilendirir. Ama bazen bir kişi bir zihniyeti açıklamak için o kadar iyi bir örnektir ki, uzun söze gerek kalmaz. Geçtiğimiz günlerde Zaman yazarı ve Prof. Dr. Mümtazer Türköne’nin “bir demokrat ve liberal olarak” darbelere ne kadar karşı olduğunu ifade etmek için “Darbecilere idam cezası getirilsin istiyorum. Darbeciler bunu bilerek darbe yapsınlar. Onların, idam yerine eskiden olduğu gibi yağlı kazıklara oturtularak cezalandırılması taraftarıyım” dediğini çeşitli kaynaklardan okuduk, duyduk (Aradan geçen zamanda yalanlanmadı da). Bugünlerde yargı önüne çıkarılması beklenen 12 Eylül darbesinin başı Evren de, daha 18 yaşını tamamlamamış çocukların idamına verilen tepkilere karşı o unutulmaz sözleri söylemişti:Asmayalım da besleyelim mi? Ve asmışlardı.
Bugün, bu sözlerden otuz yıl sonra, çok farklı bir dünya ve Türkiye’de, darbelere ne kadar karşı olduğunu darbecileri kazığa oturtma arzusuyla ifade eden bu profesör-yazarla faşist cunta döneminin idamlarını ve infazlarını, “Asmayalım da besleyelim mi?” diyerek gerekçelendiren darbeci general, idamı bir siyasal yöntem saymakta, karşıtına nefrette, canı yok etme güdüsünde mükemmel buluşuyorlar. Aslında yadırganacak bir şey yok; bu ülkenin başbakanı daha bir kaç ay önce bir siyasi polemik sırasında kendisini siyaseten sıkıştırmaya çalışan muhatabıyla ağız dalaşında, “Ben olsam Öcalan’ı asardım” diyebilmiş ve doğrusu kendi kitlesinin geniş kesimleri de bu söze alkış tutmuştu. Seçim meydanlarında yağlı urgan sallayarak idam cezasını geri getirme vaadiyle oy toplamaya çalışan MHP lideri Bahçeli’ye, “Assaydın o zaman, neden asmadın” dediği de hatırlardadır. Şu sıralarda kendilerinden özgürlükçü bir anayasa yapmaları beklenen Meclis Anayasa Komisyonu başkanı Kuzu da, Başbakan’ın sözlerine çanak tutmak için “Ben zaten idamın kaldırılmasına her zaman karşıydım, getirilebilir” demekten ar etmemişti.
Uzatmak gerekmiyor: Evrengiller’den Türkönegiller’e, Bahçeligiller’den Erdoğan ya da Kuzugiller’e, ya da burada adları saymakla bitmeyecek çeşitli gillere kadar, birbirlerinin siyaseten tam karşıtı olsalar da, siyasi - ideolojik zihniyet iklimi ve temel devlet algısı açısından aralarında fark yok. Bütün mesele o iklime ve o devlete, sen mi ben mi hükmedeceğim noktasında düğümleniyor.
Bırakalım Osmanlı’da kesilen kelleleri ve Türköne’nin 2012 yılında hâlâ özlemini çektiği kazığa çakılmaları bir yana, bu ülkenin son yüz yıllık tarihinde az (siyasi) darağacı kurulmadı. 1911’de Mahmut Şevket Paşa suikastini izleyen idamlar, İstiklal Mahkemeleri’nde asılanlar, Şeyh Sait isyanı ve Kürt isyanlarında ölüme gönderilenler, Dersim’de Seyit Rıza, oğlu ve adamları, 27 Mayıs darbesinin idamları: Menderes, Polatkan, Zorlu; 22 Şubat darbecileri Fethi Gürcan ve Talat Aydemir, 12 Mart askeri müdahalesinin üç kurbanı: Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan ve 12 Eylül’de Evrengiller’in beslemeyip astıkları... Ölüm cezası devletin yargılı infazıdır (ben cinayet demeyi tercih ediyordum). Ya toplu katliamlar, yargısız infazlar, dolaylı cinayetler? 1915 Ermeni tehciri/kırımı, 37-38 Dersim katliamı, 80 sonrası Kürt savaşında resmen 50 bin kişiye vardığı açıklanan kurbanlar, Diyarbakır hapishanesi, faili meçhuller... Kimileri, Diyarbakır’da eski kapalı cezaevi çevresindeki surların dibinden çıkan iskeletler karşısında toplumun ve siyasî çevrelerin neden gereği kadar tepki vermediğini soruyor. Cevabı basit: devlet ve siyaset yüzlerce yıldır ve halen öldürmeyi, bertaraf etmeyi, toplu mezarları olağan sayan zihniyet üzerine kuruludur da ondan; kod adı Türköne olanla kod adı Kenan Evren olanı birleştiren duygu ve düşünce iklimidir bu.
Ben mi Anormalim?
Gocunacak yaram olmayan bir konu varsa o da askeri vesayet ve darbeler konusudur. Anayasa referandumunda değiştirilmesini en fazla istediğim ve değiştiği için bugün de çok memnun olduğum madde, 12 Eylül Anayasası’nın darbecileri yargı dışı bırakan geçici 15. maddesiydi. Kaldırıldı ve 12 Eylülün sorumlularını yargılama yolu açıldı. Belki çok geç, belki ortada yargılanacak iki ihtiyardan başka kimse kalmamış, belki o darbenin bütün suç ortakları çıkarılamayacak adaletin karşısına, ama yine de darbecilerin yıllar sonra bile olsa yargılanabileceği fikrinin toplumda yaygınlaşması, darbeci-vesayetçi zihniyetin aşındırılması için bir fırsat. Şimdi yargılamanın ileri götürülmesi, göstermelik kalmaması, suçluların gıyaplarında bile olsa mahkûm olmaları için, 12 Eylül cuntası davasını küçümsemek yerine davanın arkasına demokratik yurttaş iradesini koymak gerek. Aynı şey Ergenekon, Balyoz, vb. benzer davalar için de geçerli. Darbecilik suçtur, darbe yapanlar, darbeye teşebbüs edenler, yardım edenler, bilerek ortam hazırlayanlar, psikolojik harekatın şurasında burasında yer alanlar yargılanmalı, suçları adil mahkemelerce sabit olursa mahkûm edilmelidir. Kişilerin şahsında darbeci-vesayetçi zihniyetin mahkûmiyetidir bu. Ama darbecilik; özgürlükçü, demokrat, sivil bir topluma varabilmek için aşmamız gereken devlet ve iktidar zihniyetinin bir bölümüdür sadece. O zihniyetten gerçekten kurtulabilmek darbeciler için bile idam veya kazığa çakmayı (şakadan veya psikolojik bozukluk nedeniyle bile olsa) istememekle mümkündür. Onların kendi iktidar, çıkar ve ideolojilerine engel gördüklerini yok etme zihniyetlerini kendinde barındırmamakla, tekrarlamamakla, olumlamamakla mümkündür. Sizi yok etmek isteyenleri, elinize güç ve iktidar geçtiğinde siz de yok etmeye kalkışırsanız sadece cellatlar değişmiş olur.
Bana sorarsanız, “Asmayalım, besleyelim” derim ben. Bu darbe davalarının tümünde, suçu sabit olanlar hak ettikleri mahkûmiyetleri alsınlar, toplum vicdanında darbecilik, vesayetçilik, zorbalık mahkûm olsun, sonra da suçlular genel bir afla çıkıp köşelerinde otursunlar, zihniyetlerinin ve hayatlarının muhasebesini yapsınlar derim. Ve de idamdan, kazıktan söz edenleri; Kürdü, Türkü, Ermeniyi, Yahudiyi, Çingeneyi, Aleviyi, Yezidîyi, vb., yani kendilerine göre öteki olan her kesimi aşağılayanları da kapsayacak “nefret söylemi yasası”nın acilen çıkarılmasını isterim.
Gaddar, intikamcı, savaşçı, eril zihniyetin değişmesi gerekiyor vicdan sözcüğü ve kavramının yerini ve anlamını bulması için. En zor olan zihniyet değişikliğidir ama imkânsız değildir. Bu değişikliği kendimizden başlatmak, kendi zihniyet muhasebemizi yapmak, ihtiyacımız olan Vicdan Hareketi’ne doğru bir ilk adım olabilir mi? Yoksa bu toplumun genel geçer normlarına ve alışkanlıklarına göre benim gibi düşünenler anormal mi?