13 Kasım 2013

Anıtkabir’de 1 milyon insan

İçimden gelen, yazının başlığını “Anıtkabir’de 1 milyonu aşkın çapulcu-gavat” koymaktı; sonra Başbakan’ın ve valisinin bu ülkenin yurttaşları için utanıp sıkılmadan kullandıkları bu hakaretleri başlığa taşımaya utandım, biraz da yanlış anlaşılmaktan korktum.

 

İçimden gelen, yazının başlığını “Anıtkabir’de 1 milyonu aşkın çapulcu-gavat” koymaktı; sonra Başbakan’ın ve valisinin bu ülkenin yurttaşları için utanıp sıkılmadan kullandıkları bu hakaretleri başlığa taşımaya utandım, biraz da yanlış anlaşılmaktan korktum.

Bu yıl, 29 Ekim geçmiş yıllardan farklı kutlandı, 10 Kasım’da Atatürk farklı anıldı. Atatürkçü laiklerin Cumhuriyet elden gidiyor tepkilerini göğüslemek için, iktidarın şatafatlı olmasına özen gösterdiği ruhsuz resmî törenlerin dışında, Cumhuriyet bayramı uzun süredir ilk kez halkın kitlesel ve içten katılımıyla yarı bayram yarı protesto havasında geçti. 10 Kasım’da Atatürk’ü anma törenleri de okulların, devlet kurumlarının duvarlarını aşıp caddelere, meydanlara taşarak halka mal oldu.

Başbakan’ın ve çevresinin canını sıksa da görmezden gelinemeyecek bu tabloyu siyasal-ideolojik yandaşlık, cepheleşme ve düşmanlaşma psikolojilerinden sıyrılmaya çalışarak değerlendirmemiz gerektiğini düşünüyorum. Belki o zaman, birbirimizi anlamakta yol alabilir, hasımlaşma yerine hısımlaşmaya doğru gidebiliriz.

 

Darbeci vesayetçi geleneğin gölgelediği muhalefet

AKP şeriat getirecek, İran’a döneceğiz kuşkuları taşıyanlara karşı, Türkiye’de güçlü bir laik damarın, seküler bir temelin varlığını unutmamamız gerektiğini savundum hep. Kendine özgü bir yapısı olan Osmanlı’nın çok dinli, çok dilli, çok milletli, Batı ile yüzlerce yıl ilişkili yapısından kaynaklanan Batılılaşma ve sekülerleşme sürecini görmezden gelmek, bu damarın toplumsal yapıya sadece Cumhuriyet ile eklemlendiğini sanmak kendi gücünü küçümsemek, laik kesimi azımsamak anlamına gelir. (Başbakan Erdoğan’ın yüzde 50’lik millî irade karşısında bir avuç azınlık elit propagandası bu algıyı pekiştirmeye yönelik değil mi zaten?) Batıya dönük, laik, seküler kesimin kendi gücüne güvenmeyerek orduya yaslanma, bürokratik oligarşik vesayetten medet umma, darbeciliğe meyletme refleksinin başlıca nedeni de bu. İktidarlarının, yaşam tarzının, düşünce dünyasının, değerlerinin ve evreninin İslamî muhafazakârlığın tehdidi altında olduğu algısına kapılan Atatürkçü laikler sivil yollardan, (örneğin demokratik seçimlerle) iktidarlarını koruyamayacaklarını ya da iktidara gelemeyeceklerini fark ettiklerinde askerî darbeleri, vesayetçi müdahaleleri can simidi olarak gördüler. Bu can simidine sarıldıkça da kitlelerden büsbütün koptular. Böylece Müslüman muhafazakâr halkın gözünde Cumhuriyetçi (dar anlamda Atatürkçü), laik, seküler tasavvur; kendilerini elindeki devlet ve ordu gücüyle ezen, mağdur eden, özgürlüklerini kısıtlayan diktatoryal bir heyülaya dönüştü.

Bu algının yanlış olduğunu iddia etmek mümkün değil. Kendilerini Cumhuriyet’in ve ülkenin gerçek sahibi gören Atatürkçü laik elitler için halk gerekirse zorla, dayatmayla güdülmesi, eğitilmesi, “muasır medeniyet seviyesi”ne yükseltilmesi gereken gerici bir kitleydi. Onlar öğretmendi, başöğretmendi, doğruların tekeline, yaşam modelinin doğrusuna sahiptiler; halk, özellikle de dindar kesimler ise gerici, kötü, zaman zaman da serkeş öğrencilerdi.

AKP’nin iktidara gelip kitle desteğini adım adım pekiştirme sürecinde; siyasal, sınıfsal, ideolojik iktidarı kaybetmenin korkusu ve acısıyla laik Kemalistlerin darbeci, vesayetçi refleksleri kabardı. 2000’lerin ilk on yılı boyunca birbirini izleyen, kimisi yargıda olan (Ergenekon, Balyoz davaları) kimisi yargıya bile taşınmayan darbe teşebbüsleri bu kesimin son ­-ve başarısız- çırpınışlarıydı. Devlet partisi CHP’nin yetmediği yerde eski solun ulusalcı kesimlerini de yedeğine alan Atatürk rozetli, laik-Kemalist yaftalı odaklar, temsilcisini AKP’de bulan İslamcı muhafazakâr akımın çoğunluğa dayalı iktidarına karşı “zinde güçler”i göreve çağırmaktan kolay kolay vazgeçmediler. Taa ki son bir yıla kadar.

 

Laik seküler damarın sivilleşmesine doğru

Meydanlardaki “Mustafa Kemal’in askerleri”ne, ortamdan umutsuzca yararlanmaya çalışan darbe hayalcilerine rağmen; Gezi olayları ve sonrası bu laik-seküler “cephe”nin kendi içinde ayrışmaya ve sivilleşmeye başlamasının milâdıdır. Ordudan, darbeden, müdahaleden umutların kesildiği, darbelerin ve müdahalelelerin çıkar yol olmadığının kavranmaya başlandığı, artık kimsenin seçilmiş iktidarlara karşı darbeleri açıktan savunamadığı bir dönemde, ülkenin dört bir yanında patlayan iktidara karşı protesto eylemleri demokratik mücadele alanına yeni çıkan gençlerden aldığı taze kanla Batıcı laik kesimlerin sivilleşmelerinin adımı oldu. Bu kitlesel protestolar, gücünü ve coşkusunu darbeci gelenekten değil büyük ölçüde yeni toplumsal hareketlerin düşünce ve pratiklerinden, özgürlük arayışından, haklı demokratik taleplerden alıyordu. Ulusalcı vesayetçilikten görece arınmış, sivilleşmiş bir laik seküler kesimin mümkün ve de var olduğu, hem bizzat kendileri tarafından hem de AKP iktidarı tarafından bu süreçte görülmeye başlandı. Tayyip Erdoğan’ın ve akıldânelerinin kimyasını bozan da aslında bu oldu. AKP’nin Cumhuriyet ideolojisine ve pratiğine yönelttiği; halkın bir bölümünün inanç özgürlüğünü kısıtlama, yaşam biçimlerine müdahale, tek tipleştirme, azınlık diktatörlüğü ithamları (ki bence de haklıdır) sivil, özgürlükçü, demokrat bir güç karşısında geçersiz kalabilirdi. Başlıca silah haline getirdiği mağduriyet söylemi ve duygusu darbeci-vesayetçi kesimlere karşı kazandığı etik ve vicdanî haklılığı ağır ağır yitirebilirdi.

İçinde yaşadığımız günlerin fevkalade karışık ve karmaşık toplumsal-siyasal ortamında, son iki yıl özellikle de Gezi sonrasında  Tayyip Erdoğan’ın şahsında somutlaşan, darbeci askerlere taş çıkartan sorumsuz cepheleştirme stratejisi, bir Başbakan olarak değil imam (kimilerine göre Halife) olarak verdiği fetvalar gerilimi kopma noktasına getirdi. Özünde İslamî muhafazakâr zihniyetle çağdaş, laik zihniyetin derin ayrım çizgisi olan kadın-erkek meselesine, ahlakî değerler anlayışına kaba tehdit ve müdahaleye yeltenmek bardağı taşıran damla oldu.  10 Kasım’da Anıtkabir’e akan milyondan fazla insan, sessiz bir “orada dur” intarıydı.

10 Kasım’da Anıtkabir’de bindirilmiş kıtalar değil, AKP’ye karşı darbecilerce örgütlenmiş bir muhalefet değil, kimi Başbakan borazanlarının yansıtmaya çalıştıkları gibi ulusalcıların, vesayetçilerin tezgâhına, provokasyonuna gelmiş bilinçsiz kitleler veya din îman düşmanları değil; yaşam biçimlerine, kendi seküler değerlerine sahip çıkacaklarını göstermek isteyen halk vardı. Bu sahip çıkışı, o değerlerin taşıyıcısı saydıkları Atatürk’ü anarak gösteriyorlardı.

Darbe hazırlıklarının yapıldığı önceki yıllarda, üniversitelerden rektörlerce, kimi ögrenci derneklerince, darbe ortamı hazırlamakla görevli odaklarca örgütlenmiş Ata’ya şikâyet yürüyüşlerini, Anıtkabir ziyaretlerini görmüştük. Katılanların büyük çoğunluğunu gerçekten tenzih ederek söylüyorum, düzenleyicilerin amacının seçilmiş iktidara karşı bir müdahale ortamı yaratmak olduğu Bayrak mitinglerini izlemiştik. Ancak, son günlerde çeşitli yerlerde, farklı görünümlerde ortaya çıkan protestolar, tepkiler, eylemler; yüzde 50 çoğunluk üzerine kurulmaya çalışılan tahakküme Türkiye’nin öteki yarısının izin vermeye niyetli olmadığının sivil uyarısıdır ve bu daha başlangıçtır dersem abartmış olur muyum bilmiyorum.

 

Anıtkabir’deki yüzbinleri doğru okumak

Ne abartalım, ne kutsayalım, ne de şeytanlaştıralım. Tıpkı Gezi gibi 10 Kasım’da Anıtkabir’e çıkan ya da büyük kentlerin meydanlarını dolduran yüzbinler; gerek iktidar partisi, gerek muhalefet, gerekse bizzat kendileri tarafından doğru okunmazsa çözüm de, özgürlük ve demokrasi mücadelesi de, toplumun normalleşmesi de olanaksızlaşır.

Darbeci vesayetçi zihniyetin geriletilmesiyle laik seküler kesimler bir yandan sivilleşirken bir yandan da AKP gibi sadece kendilerine demokrat olmaktan, elitist zihniyetten, ulusalcı asimilasyoncu tortulardan, Müslüman muhafazakâr kitleleri ötekileştirmekten, kalıplaştırılmış Atatürkçü muhafazakârlıktan kurtuldukça düşmanlıklar törpülenecek, bu kesim de iktidara alternatif olabilecektir. İktidar güçleri özellikle de Başbakan ise, Gezi ve 10 Kasım mesajını alabilirlerse, hızla geriye düşmekten, kendi çevrelerinde bile hızlanan güven ve saygınlık yitiminden, toplumu ortasından yarma bölücülüğünden kurtulabileceklerdir.

Başbakan’ın “meşru hayat” yaşayan yüzde 50’si varsa, -affınıza sığınarak söyleyeyim-, kısacık ufku ve fakir kültür dağarcığıyla “gayrı meşru” diye nitelediği laik seküler hayatlara ve değerlere sahip milyonlarca “çapulcu ve gavat (!)” var. Üstelik, Tayyip Bey’in yüzde 50’sinin büyük çoğunluğunun da bu düzeyin üstünde oldukları, gidişattan kaygılanmaya başladıkları da ortada.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Romanını yazamadığım kahramanım Nazar

İnsan benim yaşıma gelip de birlikte yol yürüdüğü,  onlarla zenginleştiği dostlarını, arkadaşlarını yitirdiğinde sadece onların matemini tutmuyor, sadece onlara ağlamıyor. Her giden bizden bir parça koparıp gidiyor. Eksiliyoruz

Bir yazamama yazısı

Yazıyoruz, söylüyoruz, bağırıyoruz, feryat ediyoruz da ne oluyor, ne değişiyor! Anlamsızlık, yetersizlik, boşuna çaba duygusu

Çocukları kefene sokan ruh hastası ilkel zihniyet

ÇEDES'in amacı çocuklarda çevre duyarlılığını geliştirmek ise, ormanlarımızın, tarım topraklarının, doğal zenginliklerimizin nasıl yok edildiğini, açgözlü vahşi talan düzeninin doğal yaşamı nasıl katlettiğini öğretin

"
"