Ne alakası mı var? Çooook...
Geçen haftaki “Kafalar Karışık, Durumlar da...” başlıklı yazıda, değişim ve geçiş sürecinin belirsizliklerle dolu olduğunu, böyle fırtınalı dönemlerde bütün toplumsal kesimlerin, hepimizin kafalarımızın karıştığını yazmıştım. Yazının bağlandığı nokta, belki de özü; hangi kesimden, hangi siyasal partiden, görüşten olursak olalım demokrasiyi geliştirip derinleştiren, her türlü vesayetin önünü tıkayan, devletin değil yurttaşın haklarını eşitlik ve adalet çerçevesinde koruyan, Türkiye’yi 21. yüzyıla taşıyacak sivil bir anayasa için biraraya gelmemizin mümkün ve zorunlu olduğuydu. Yeni anayasa konusunda kafa yoran, çalışan, diyalog arayan ne kadar sivil inisiyatif ve kişi varsa, (CHP’ye veya AKP’ye, veya HAS partiye yakın, BDP ve Kürt hareketine yandaş, kadın hareketinden gelensel sol veya özgürlükçü sola, liberal kesimlerden bağımsız demokratlara kadar) çabalarımızı ortaklaştırmamızın, birbirimizle diyaloğa girmekten, ortak çalışmaktan kaçınmamamızın, sonuna kadar anlaşamasak da konuşabilmemizin gereği ve yararını anlatmak istemiştim. Safiyane ve belki de nafile bir temenniydi. Ama ben, olmazı hayal etmenin olura vardıracağına yaşam deneyimiyle inananlardanım.
Bu arada, bir iki gün arayla iki gelişme oldu. Türkiye’nin yüklü gündemi arasında kimileri önemsemedi, kimileriyse kaydetmedi bile. Ama bence her iki gelişme de yaşadıklarımızın ve yaşayacaklarımızın özeti gibiydi. Daha da önemlisi toplumu sarmış olan vahim bir zihniyete ve -bilerek bilmeyerek- ülkemizin ve hepimizin sürüklenmek istendiği çok vahim bir geleceğe işaret ediyordu.
Biliniyor: Başbakan Tayyip Erdoğan, heykeltraş Mehmet Aksoy’un önceki (AKP’li) Kars Belediyesi’nin isteğine uyarak yaptığı, daha doğrusu yarım kaldığı için yapmaya başladığı diyelim, İnsanlık Anıtı’nı “ucube” olarak niteledi ve “Tez zamanda kaldırıla!” diye ferman buyurdu. Bu konuda t24’te Aydın Engin, Radikal’de Cengiz Çandar, Taraf’ta Ahmet Altan ve daha başka yazarlar söylenmesi gereken her şeyi söylediler; fazla lafa gerek yok. Benim tek ekleyeceğim: fikir, kültür, ufuk, hatta siyasi basiret fukarası bu zihniyetle, bizi her türlü vesayetten ve antidemokratik uygulamadan kurtaracak, özgürlükleri ve eşit yurttaş haklarını güvence altına alacak, ileri demokratik yeni Türkiye’nin kurucu belgesi olacak bir anayasanın nasıl yapılabileceği sorusu. Bu “ucube” ve despotik zihniyetle, pek güzel ticaret yapılabilir, servetlere servetler katılabilir, birkaç dönem seçim kazanılabilir, neoliberal- muhafazakâr bir Türkiye “muhafazakâr pozitivist (!)” bir bakışla kurulmaya çalışılabilir ama ne özgürlükler ne de hak-hukuk sağlanır.
Sadece “benimkilerin” özgürlüğü, sadece “benimkilerin” hakları, sadece “bana” engel olan vesayetten kurtulma anlayışı, “benimkilerin” vesayetinden ve despotluğundan bir adım öteye taşımaz.
Tam da siyasal ve ideolojik ucubelikle malul bu türden bakışlara, kabını çatlatmaya çalışan Türkiye toplumunun gerçek ihtiyaçlarına bu kadar sığ ve sınırlı cevaplarla yaklaşan zihniyete rağmen özgürlükçü sivil anayasayı inşa etmek, bunu da en geniş bir toplumsal uzlaşmayı zorlayarak yapmak için asgari müştereklerde birleşmek mümkün olabilir mi diye düşünürken, güm diye bir bildiri düştü ortaya: “Cepheleşmeye Çağırıyoruz” bildirisi...
Bildiriden, Taksi’de şoförün dinlediği radyo kanalıyla haberim oldu. “Cık, cık” dedi konuşkan şoför; “Kötü yönetiliyoruz, cepheleşeceklerine birleşseler ya, cepheleşme yine kavga, yine kan demek.” Bir an, gerçekten de kendimi toparlayamadım, günahlarına girdim: 80 öncesi Milliyetçi Cepheleri de hatırlattığından, benim için olağan şüpheli durumundaki MHP’nin veya başka kesimlerden şahinlerin çıkardığı bir bildiri sandım. “Kimlermiş?” diye sordum. Tek bir sözcük bile eklemiyorum, inanın bana; “Demin sözcüleri konuştu, solcuymuşlar; ben de oylarımı hep CHP’ye, sola atmıştım eskiden ama bu gidişatı hiç beğenmiyorum; solcu dediğin bölmeye değil birleştirmeye bakar, memleket meselesi bu, cepheleşerek değil anlaşarak çözülmeli,” dedi normal yurdum insanı şoför.
Sonra eve geldim, cepheleşmeye çağıran bildiriyi bulup okudum. İmzaları tek tek inceledim. Aralarında ağabeylerim vardı (ben 70 yaşındayım, ağabeylerimin yaşını siz hesap edin), uzun yıllar birlikte barış için, özgürlükler için, emeğin kurtuluşu için çalıştığımız arkadaşlarım, kardeşlerim vardı. Özellikle birkaç ad, içimi acıttı. Farklı düşündükleri, farklı yerlere savrulmuş olduğumuz için değil; çünkü ben barış, özgürlük, eşitlik, hak, emek, derken ortak kavramlardan söz ettiğimizi düşünüyorum hâlâ. Bildiride imzası olan 90 yaşındaki bir ağabeyimin ömrünü bu kavramlar uğruna tüketmiş olduğunu biliyorum, birlikte yola çıktığımız bir arkadaşımın ne kadar insancıl, ne kadar içten, ne kadar has niyetli olduğunu da biliyorum; benden epeyce küçük bir imzacı kardeşimin bu ülke için iyi şeyler istediğine kefilim. Ama içim acıdı; çünkü bugün farklı yerlerde görünseler de aynı amaca yönelen, bir zamanlar aynı barışçı, eşitlikçi ve özgür toplum tasavvuruna sahip olmuş bu insanların; konuşmaya, tartışmaya, uzlaşmaya, birleşmeye, -mesela şu günlerde gündem anayasa ise-, birlikte özgürlükçü, eşitlikçi, barışçı bir toplumsal uzlaşma metni üzerinde çalışılmaya çağrı yapacak yerde cepheleşme çağrısı yapmaları ağır geldi bana.
“Cephe”, özünde militarist bir savaş terimi ve kavramıdır. Askeri strateji düşmanı daha kolay yok etmek için cepheleşmeyi körükler. “Cepheleşme” karşıtlığı, vuruşmayı, (hasımlığı bile değil) düşmanlığı çağrıştırır. Cepheleşmeye çağıran bildirinin sahipleri, istemeseler ve hak etmeseler de, adını koyarak cephe savaşının startını vermekle belki de hiç düşünmedikleri bir sorumluluk altına girmişlerdir. “Türkiye zaten cepheleşti” demek durumu kurtarmıyor. Evet, hepimiz görüyoruz, söylüyoruz, yazıyoruz, çiziyoruz; Türkiye her kesimden şahinlerin ve siyasi rant peşindekilerin çabalarıyla cepheleşiyor. Cepheleşme siyasi karşıtlığı, siyasi hasımlığı aşıp düşmanlığa doğru giderek derinleşiyor, derinleştiriliyor. Barış ve demokrasiden yana olanlara düşen -eğer hâlâ barışa ve demokrasiye inanıyorlarsa- cepheleşmeye değil, cepheleşmeyi aşmaya çağrı çıkartmak değil midir? 21. yüzyılın vizyonunda cepheleşme demokrasiyle ve toplumsal barışla bağdaşmıyor. Kimden, hangi kesimden gelirse gelsin; hırçın, ucube, dediğim dedik söylemler, cepheleşme ve düşmanlık çağrıları; seçim mitinglerinde, taraftar gösterilerinde, yandaş basında alkış alsa da, hem ülkeyi çıkmaza sürüklüyor, hem de bu türden çağrı yapanları itibarsızlaştırıyor.
Ben hayalci bir barışçı-uzlaşmacı olarak yanılabilirim, ama halk, mesela taksi şoförüm “Cepheleşeceklerine birleşseler” derken insanlarımızın büyük çoğunluğunun özlemini dile getiriyor.