AKP ile Cemaat arasında uzunca bir süredir devam eden çekişme, dershanelerin kapatılmasının gündeme gelmesiyle tam bir savaşa dönüştü. 7 Şubat MİT krizi belki daha da ağırdı ama o günlerde iki taraf da kol kırılır yen içinde kalır tavrını sürdürmeye çalışmış, yandaşları “bir şeycik yok, bir şeycik yok” diyerek ortalığı yatıştırmak için epeyce gayret sarf etmişlerdi. Hükümetin dershaneleri kapatma kararı, MİT Müsteşarı’nın ifadeye çağrıldığı ve Başbakan Erdoğan’ın, bunlar beni bile tutuklarlar, paranoyasına kapıldığı 7 Şubat krizine kıyasla çok daha hafif bir gelişmeydi ama ortalık toz duman oldu. Neden?
Dershaneler bahane, devlet erki şahane
Konu; eğitim, dershaneler, Tayyip Erdoğan’ın öfkesi, AKP-Cemaat koalisyonunun çatlaması, Gülen Cemaati’nin iç ve dış destekleri, “fitne” ortamı, vb. üzerinden tartışılırken asıl önemli olanı ıskaladığımızı düşünüyorum. Yöntemleri ve yapıları farklı da olsa; dinî-ideolojik kaynakları, dünyaya bakışları, toplum tasavvurları, dini bütün milliyetçi nesiller yetiştirme emelleri, Müslüman muhafazakâr zihniyetleri özünde aynı olan AKP ve Cemaat bugün gırtlak gırtlağa gelmiş durumdalarsa, bunun nedeni devlete hakim olma savaşıdır.
Türkiye gibi despotik devlet geleneğinden evrilmiş, demokratik temelleri zayıf, vesayetçi yapıların güçlü olduğu ülkelerde “devletin görece bağımsızlığı” kavramı tam da yerine oturur. Bu görece bağımsızlık hem egemen sınıflardan, örneğin burjuvaziden, hem de siyasal iktidardan, mutlak olmasa da göreli bir bağımsızlığı, onların da üstünde olmayı, gereğinde onları da terbiye etmeyi, hizaya getirmeyi ifade eder. Çok partili düzene geçilmesinden yakın zamanlara kadar, Türkiye’de iktidara gelen siyasal partiler, onların kurdukları hükümetler gerçek iktidar olamamışlar, devleti bütün kurum ve kuruluşlarıyla ele geçirememişlerdir. Devletin sahibi, gerçek iktidar her zaman asker-sivil oligarşi olmuş, siyasal iktidar verili sınırları aştığında şu veya bu biçimde bir müdahale ile alaşağı edilmiştir. Vesayetçi rejim denilen de budur zaten.
Seçimleri kazanarak çeperden merkeze gelen AKP, sadece siyasal iktidarı değil devleti bütünüyle ele geçirmedikçe tutunamayacağını hemen fark etmiş, vesayeti geriletme yolunda adımlar atmaya başlamıştır. Bu süreçte Cemaat, Erdoğan’ın en güçlü ve kararlı destekçisidir. Bu aşamada iki güç hem birbirlerine muhtaçtırlar hem de yöntem farklılıkları bir yana özünde aynı hedefe doğru yürümektedirler.
Ne var ki, devletin eski sahiplerini geriletip vesayetçiliği zaafa uğratma sürecinde Erdoğan ve AKP kadroları, Cemaat’in devlete tahminlerinden çok daha fazla sızmış, önemli köşe başlarını tutmuş olduğunu; daha da ötesi kendi siyasal ajandalarının önüne zaman zaman set çektiğini fark edince ipler gerilmeye başlamıştır. Bir siyasal parti ve hükümet olan AKP’nin reel politik’iyle dünya çapında ideolojik misyon güden Cemaat hareketinin yöntem ve günübirlik siyasetlerinin zaman zaman çatışması kaçınılmazdır. Çatışma noktaları arttıkça yargı, emniyet, hatta ordu gibi iktidarın temel taşı devlet kurumlarında Cemaat’in varlığını/ ağırlığını yeterince hesaba katmamış (ya da önemsememiş) olduğunu anlayan Erdoğan, devlete hakim, yani tam muktedir olmak için Cemaat’in kadro yetiştirmesini ve kadrolaşmasını engelleme hamlesini başlatmıştır. Uzun sözün kısası, izlemekte olduğumuz çatışma devlete tam egemen olma savaşıdır. Cephenin zorlu ve belirleyici üç seçim öncesinde açılması da tesadüf değildir kuşkusuz.
Kim dik durdu, kim eğildi?
Dershanelerin kapatılması salvosuna Cemaat’in karşı saldırısı Erdoğan’ın 2004’te Millî Güvenlik Kurulu’nda “irticaî faaliyetler”in takibi ve fişlenmesi kararına imza attığının belgelenmesi oldu. Darbe teşebbüslerinin birbirini izlediği, AKP’nin de irtica odağı olduğu gerekçesiyle kapatılma tehdidi altında olduğu o günlerde başka türlüsü -edepsiz tabirle- sıkardı doğrusu. Yine de dik durmakla pek övünen, şişinen Tayyip Erdoğan karizmayı bir kez daha çizdirdi. Şimdi estek köstek, uyguladık, uyulamadık, yan çizdik eğri bastık falan diyerek işi laf kalabalığına getirmeye çalışıyorlar.
Benim de aklıma, Fethullah Gülen’in 12 Eylül darbesini alkışlayan, “Türkiyemizi kurtaran ordumuza” övgüler düzen sözleri, yazıları, darbeci paşalara iltifatları geldi. Daha sonra, darbe karşıtlığını kimselere bırakmadığı günlerde, müridleri o sözleri “Dönemin şartları gereğiydi, Hoca Efendi anarşiye her zaman karşıydı, devlet korumaya her zaman özen gösterir” makamından tevile çalıştılar. Demem o ki: Yok aslında birbirinizden farkınız, aynı soyun ahfadı, aynı takiyyeci zihniyetin taşıyıcılarısınız.
Fişlemeyen, fişlenmeyen var mı?
Bir de şu fişleme, fişlenme meselesi var. Birileri yeni fark etmiş, “Ah fişlendik, vah fişlenmişiz” diye feryat edip duruyorlar. Bu ülkede, kendimi bildim bileli insanlar fişlenir. Fişleyenler ile fişlenenler yer değiştirir, o kadar. Gayrimüslimler, Aleviler, Kürtler, dindarlar, dinsizler, solcular, komünistler, işçiler, aydınlar, siyasîler, iş adamları, muhalifler, vb…vb… Hatırlıyorum, 2003 veya 2004’tü, o sıralarda Barış Girişmi’nde aktiftik. Batı Çalışma Grubu tarafından fişlendiğimizi öğrenince protesto için Beyoğlu Kaymakamlığı’na gitmiş, kendimizi fişletme eylemi yapmıştık.
Saydam devlet, demokratik devlet, hukuk devleti laflarını ağızlarından eksik etmeyenlerin suçüstü yakalanmış olmalarını görmek keyifli doğrusu. AKP’si, Cemaat’i, medyası ile siyaset meydanında boy gösterenlerin ne kadar çifte standartlı, ne kadar ilkesiz olduklarını görmek ise bir o kadar hüzün verici.
Yine de AKP-Cemaat kavgası iyi oldu. Kirli çamaşırlar ortaya döküldü, karizmalar çizildi, takkeler düştü, keller göründü. İslamî kodlu Türkçü muhafazakârlığın her iki versiyonu da bir adım geriledi. Şimdi demokrasi ve hukuk devleti mücadelesini yeniden düşünme ve örgütleme zamanı.