"Yasımız birse yarınlarımız da bir olsun" diyor Selahattin Demirtaş. Yaşadığımız deprem felaketinin bizleri acıda, yasta birleştirdiğini, "biz" olduğumuzu hatırlattığını dile getiriyor.
Yaşadığımız büyük felaket; ayrıştırıcı nefret söylemiyle, bizleri Türk, Kürt, laik, Müslüman, muhafazakâr, Sünnî, Alevî, yerli, göçmen, şu partili bu partili diye bölmeye, birbirimize düşman etmeye çalışanların amaçlarına ulaşamadıklarını ortaya koydu. Öfkeleri, saldırganlıkları, zehirli dilleri de bundan zaten.
Birbirimizin yarasını sarmaya koşup "biz" olabileceğimizi anlamak için keşke bu kadar büyük bir felaket yaşamasaydık. Keşke, kendi iktidarlarının bekasını bölmekte, ayrıştırmakta, düşmanlaştırmakta gören muktedirlerin ve onların kandırıp kışkırttığı, besleyip meydana sürdüğü -aslında bir avuç- zavallı kötücülün- iğvâsına kapılmasaydık. Keşke insanın esas kimliğinin "insan" olduğunu unutmayıp insanlıkta buluşabilseydik. Bu kadar büyük yıkım mı gerekiyordu içimizdeki iyiliği, bütün farklılıklarımızla birarada ortak yaşam özlemimizi fark edebilmemiz için?
Acıda birleşmek yeterli mi?
"Acı belki de tek eşitlik durumudur. İnsanlar acı içindeyken birbirlerine benzerler" diyor Michel del Castillo son okuduğum "Gitar" anlatısında. Acıda birleştik, eşitleştik, yaraları sarmak için dört bir yandan koştuk. Sadece felakete uğrayanlara değil kendimize de iyi geldi bu yardımlaşma. Sessiz bir öz muhasebe, kendimizle hesaplaşma yaşadık. Yüreğimizi, vicdanımızı temizleme fırsatı elde ettik. Acıyı ortaklaştırınca daha iyi insanlar olduk, bunu fark edince gizliden gizliye kendimizle gurur duyduk. En önemlisi de, son yıllarda hızla yitirmeye başladığımız, bu topraklar üzerinde huzurlu, onurlu ortak yaşam kurma umudumuz yeniden kıvılcımlandı.
Şimdi yüreklerimizin soğumasına, vicdanımızın yorulmasına, yeniden eski umursamazlığımıza, "Orda köyler, şehirler var uzakta, ama orada yaşayanlar benden farklı, bana yabancı insanlar" ayrımcılığına dönülmesine fırsat tanımayalım.
Acıda birleştik, şimdi ülkeyi yeniden ayağa kaldırmak, toplumun bütün kesimlerini barıştırmak, ortak yaşamı yeniden inşa etmek için birleşme zamanı. Bunu başaramazsak uğradığımız felaketten daha beterleriyle karşılaşacağımız kesin. Sadece depremin yıkımından söz etmiyorum: toplumsal dokunun çürümesinden, değer yitiminden, insan malzememizin bozulmasından, yaygın kötücülleşmeden söz ediyorum. Mesele inşaat faaliyetinden ibaret olsaydı, kolaydı. Aslı işimiz yeni toplumu, adil ve eşitlikçi ortak yaşamı inşa etmek.
Restorasyon değil yeniden inşa
20 yıllık iktidar, ülkeyi her alanda çöküşe sürükledi. Varlık nedenleri halka hizmet olan devlet kurumları çökerken değerler ve ilkeler de enkaz altında kaldı. Ülkemizin bağrına döşenmiş mayınlar olan etnik, dinsel, mezhepsel fay hatları derinleştikçe derinleşti. Bu temel sorunların bugün ortaya çıkmadığını, uzun bir geçmişe dayandığını hatırlamakta fayda var. Ancak Erdoğan iktidarı ve etrafında kümelenenler fay hatlarını büsbütün derinleştirerek ülkeyi, milleti böldü, cepheleştirdi. Dış düşman umacısı ve beka yutturmacasıyla ülkede savaşçı, militarist, izolasyonist bir hava hâkim kılındı. Kin ve nefret söylemi en tepelerden başlayarak yaygınlaştırıldı, dalga dalga kitlelere yayıldı.
AKP iktidarının yarattığı tahribatın Cumhuriyet öncesinden ve 1923 Cumhuriyeti'nin kuruluşundan gelen kökleri vardı kuşkusuz: Kürt sorunu, laik-Müslüman, Sünnî-Alevî çatışması, Batıcı-gelenekçi karşıtlığı, vb… Erdoğan AKP'si -ve son altı yıldır da- derin devletin komiseri mevkiindeki ortağı Bahçeli MHP'si, bu sorunları çözeceklerine kötülük tohumlarını sulayıp yeşerttiler. Kendi iktidarları, çıkarları ve zehirli ideolojik hedefleri uğruna toplumu ayrıştırmaya, çözmeye uğraştılar. Bir ölçüde yol da aldılar.
Şimdi değiştirmek, onarmak zamanı. Ancak tahribat çok büyük, üstelik yukarda söylemeye çalıştığım gibi, sorunlarımızın bu iktidar öncesine de giden derin kökleri var. Varılan noktada, iktidarın tahribatını gidererek eskiyi restore etmek yeniyi kurmak için yeterli değil, topyekûn bir zihniyet değişikliğine ihtiyacımız var.
Zihniyet devrimini gerçekleştirebilecek miyiz?
Yıllardır zihniyet, zihniyet deyip duruyorum. Çünkü eskinin enkazını kaldırıp yeniyi kurmak; şuraya bir duvar örüp burayı boyamakla, kırılan camı değiştirip çift cam takmakla, yani eğreti önlemlerle, makyajla olmaz. Bakışınızın, anlayışınızın, farkındalığınızın, düşünce tarzınızın, yani zihniyetinizin değişmesi gerekir. Yeniyi, eskinin miadını doldurmuş, yıpranmış temelleri üzerine kuramazsınız.
Millet İttifakı'nın mutabakat metni, anayasa taslağı, çeşitli öneri ve vaadleri, kendi ifadelerine göre de kurumların restorasyonunu amaçlıyordu. Çeşitli kesimlerce (daha çok sol-sosyalist çevreler, HDP, demokratlar) bu yüzden eleştirilmiş, yetersiz görülmüştü. Yaşadığımız büyük felaket çok şeyi yeniden düşünmemize yol açtı. Öyle ki, felaket bölgesinden yaptığı paylaşımlarda CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu ilk kez -hem de vurguyla- zihniyet değişiminden söz etti. "Ben de değiştim, eski ben değilim. Artık hiçbir şeye eskisi gibi bakamayız, eski önlemlerle yaklaşamayız" mealinde sözler söyledi.
Sorunlarımıza; önyargılarımızı, ideolojik saplantılarımızı, ezberlerimizi, kalıplarımızı aşarak, yani zihniyet değişimiyle bakamazsak yarını sağlam temeller üzerine kuramayız, deprem felaketinin yarattığı dayanışma ve kucaklaşmayı sürdüremeyiz. Kısaca ortak vatanda ortak yaşamı sağlayamayız.
Kitleler kendilerini yönetenlere, siyasetçilerine bakarak hizalanırlar. Son yıllardaki toplumsal çöküş ve kötücülleşmenin başlıca nedeni tepedekilerin, yani muktedirlerin söylem ve eylemleriyle verdikleri kötü örnektir. Şimdi, maddi manevi enkazı kaldırıp yeniyi kurmaya talip olanların söylem ve eylemlerine yansıyacak köklü bir zihniyet değişimi sergilemeleri beklenir ki, yeni bir gelecek vaadleri kitlelerde karşılık bulsun.
Bunun ilk adımı, tıpkı deprem bölgesine yardıma ve kucaklaşmaya koşan binlerce insanımız, binlerce sivil toplum gönüllüsü gibi, ayrımsız herkesi kucaklamaktır; etnik, dinsel, mezhepsel, ideolojik, inanç, yaşam tarzı körü olmayı başarabilmektir. Nasıl ki felaket karşısında Türk, Kürt, Ermeni, Suriyeli, Alevî, Sünnî, inançlı, inançsız, yerli, göçmen farkı kalmıyorsa, yeniyi kurmak için biraraya gelenler de farklılıkların birliğini sağlamakla yükümlü ve sorumludurlar.
Demirtaş'la başlamıştım, onun seslenişiyle bitireyim. "Yürü Emek ve Özgürlük İttifakı! Yürü Sosyalist Güçbirliği! Yürü Millet İttifakı! Yürü Bay Kemal! Yan yana yürüyün. Birleştirin, barıştırın ve yeniden inşa edelim yıkılan bu ülkeyi. Başka çaremiz yok!" diye bağırıyor Demirtaş kapatıldığı demir parmaklıkların ardından.
Demirtaş'ın seslendiği siyasal kesimlerin, partilerin, ittifakların bu sese kulak vermelerini dileyelim. Kılıçdaroğlu'nun sözünü ettiği zihniyet değişikliğinin sadece yeni inşaatların nasıl yapılacağı, depreme karşı ne önlemler alınacağı gibi konularla sınırlı kalmayacağını, toplumu birleştirmek ve ortak yaşam kurmak için gerekli zihinsel- ideolojik dönüşümü de hedeflediğini umalım. Ummakla da kalmayıp talep edelim.
Oya Baydar kimdir?
Oya Baydar, subay bir baba (Ahmet Cevat Baydar) ve Cumhuriyet'in ilk öğretmenlerinden Behice Hanım'ın kızı olarak 3 Temmuz 1940'ta İstanbul / Kadıköy'de doğdu. Politik mücadele yıllarında içinde bulunduğu yapılara karşı da eleştirel bakışını esirgemeyen açık sözlü tavrıyla özgül bir etki yaratan; görüş, eleştiri ve önerileri her kesimde takip edilen yazar, Notre Dame de Sion Fransız Kız Lisesi'ni bitirdi.
Edebiyat hayatına esas itibarıyla 17 yaşında lise öğrencisiyken yazdığı ve Hürriyet gazetesinde tefrika edilen Umut Yolu adlı romanla atıldı. Françoise Sagan'ın Bonjour Tristesse romanından etkilenerek kaleme alınan bu roman, gazete tarafından ismi değiştirilerek Kalbimin Aradığı Erkek adıyla basıldı ve Baydar çok genç bir yazar olarak gazetedeki ilanlarda "Türkiye'nin Sagan'ı" olarak tanıtıldı. Baydar, gazete sayfalarında kalan bu romanını daha sonra kitap halinde yayınlamadı.
1960'ta lise son sınıftayken -kendisine okuldan atılma sıkıntısı da yaşatan- Allah Çocukları Unuttu romanını yayımladı. Baydar'ın ikinci romanı Savaş Çağı Umut Çağı (1963), ilk basımından yaklaşık 40 yıl sonra, 2010'da Savaş Çağı Umut Çağı: Bir Yirmi Yaş Güncesi adıyla yeniden yayımlandı.
Biri tefrika olarak Hürriyet gazetesi sayfalarında kalan, diğer ikisi ise kitap halinde basılan bu üç romanın ardından Oya Baydar, gazetecilik ve politik mücadele içinde geçen yaklaşık 30 yıl edebî eser kaleme almadı.
Hürriyet gazetesinde tefrika edilen romanından aldığı telif ücretiyle Paris'e gitti, orada sosyalist çevrelerle iletişime geçti. Paris'te kurduğu iletişimin etkisiyle sosyoloji okumaya kadar verdi.
1960'ta girdiği İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nü 1964 yılında bitirdi. Aynı yıl sosyoloji bölümüne asistan olarak girdi ve "Türkiye'de İşçi Sınıfının Doğuşu" konulu doktora tezine başladı. Doktora tezinin Üniversite Profesörler Kurulu tarafından iki kez reddedilmesi üzerine, öğrenciler bu olayı protesto etmek için üniversiteyi işgal ettiler. Bu olay Türkiye'de ilk üniversite işgali eylemi oldu.
1966'da Türkiye İşçi Partisi'ne (TİP) üye oldu. Bir süre, ABD'de Columbia Üniversitesi'nde, sosyal bilimlerde istatistik yöntemleri konusunda çalıştı. 1969-70 arası Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde asistanlık yaptı.
Toplumsal hareketliliğin yükseldiği, Türkiye'nin sosyalist düşünce ve örgütlenmeyle tanıştığı 1960'larda, edebiyatı tümüyle bırakıp toplumsal-siyasal yapı araştırmalarına yöneldi ve sosyalist hareket içinde aktif oldu. Sosyalist Parti İçin Teori ve Pratik (1970-71) dergisinin kurucuları arasında yer aldı.
12 Mart 1971 askeri darbesi sırasında Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) ile Türkiye İsçi Partisi (TİP) üyesi olduğu için tutuklandı ve üniversiteden çıkarıldı.
Bu dönemde Yeni Ortam ve Politika gazetelerinde köşe yazarlığı yaptı (1972-79). Eşi Aydın Engin ve Yusuf Ziya Bahadınlı ile birlikte İlke dergisini kurdu ve Türkiye Sosyalist İşçi Partisi'nin (TSİP) kuruluşuna katıldı.
Yazılarıyla ilgili olarak hakkında eski Türk Ceza Kanunu'nun 312, 142 ve 159. maddelerinden 30 dolayında dava açıldı. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sırasında bulunduğu Almanya'dan Türkiye'ye dönemedi ve 12 yıl boyunca Almanya / Frankfurt'ta siyasi göçmen olarak yaşadı. Bu yıllarda Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde, Sovyetler Birliği'nde, Moskova'da bulundu.
Baydar, sürgün yıllarının ardından 1992'de Türkiye'ye döndü. Tarih Vakfı ile Kültür Bakanlığı'nın ortak yayınları olan "İstanbul Ansiklopedisi"nde redaktör, "Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi"nde yayın yönetmeni olarak çalıştı.
Yeniden döndüğü edebiyatta ardı ardına yayımladığı öykü ve romanları ile çok sayıda ödül kazandı. Elveda Alyoşa ile 1991 Sait Faik Hikâye Armağanı'nı, Kedi Mektupları adlı kitabıyla 1993 Yunus Nadi Roman Ödülü'nü, Sıcak Külleri Kaldı romanıyla 2001 Orhan Kemal Roman Armağanı'nı, Erguvan Kapısı'yla 2004 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü'nü, Çöplüğün Generali romanıyla TÜYAP Kitap Fuarı'nda 2009 yılı Dünya gazetesi yılın telif kitabı ödülünü aldı.
İtalyan Carical Vakfı tarafından verilen "Akdeniz Kültürü Ödülü"ne 2011'de Hiçbir Yere Dönüş adlı romanıyla Oya Baydar layık görüldü.
Sıcak Külleri Kaldı romanı ile de 2016 yılının Fransa / Türkiye Edebiyat Ödülü'nün de sahibi oldu.
2001'de Türkiye Barış Girişimi'nin kurucusu ve sözcüsü olan yazar, aynı zamanda PEN Yazarlar Birliği üyesi.
Kitapları 23 dilde yayımlanan Oya Baydar, kuruluş günlerinden itibaren T24'te köşe yazıyor, İstanbul'da ve Marmara Adası'nda yazmayı sürdürüyor.
ESERLERİ
Roman
Allah Çocukları Unuttu (1960) - Savaş Çağı Umut Çağı (1963) - Kedi Mektupları (1997) - Hiçbiryer'e Dönüş (1999) - Sıcak Külleri Kaldı (2000) - Erguvan Kapısı (2004) - Kayıp Söz (2007) - Çöplüğün Generali (2009) - O Muhteşem Hayatınız (2012) - Yolun Sonundaki Ev (2018) - Köpekli Çocuklar Gecesi (2019) - Yazarlarevi Cinayeti (2022)
Deneme
- Surönü Diyalogları (2016)
Öykü
- Elveda Alyoşa (1991) - Madrid'te Ölmek - Mırınalı Madride (2007)
Anlatı
- Bir Dönem İki Kadın: Birbirimizin Aynasında (Melek Ulagay ile, İstanbul 2011) Yetim Kalacak Küçük Şeyler (2014) - Aşktan ve Devrimden Konuşuyorduk - Oya Baydar ile Nehir Söyleşi (Ebru Çapa ile, 2018) - 80 Yaş Zor Zamanlar Günlükleri (2021)
|