Geçtiğimiz hafta yazı yazamadım. Sözümün, sesimin, yazının tükendiği noktadaydım çünkü. Utangaç, ürkek, kırılgan da olsa barış ve diyalog umudunun yeniden belirir gibi olduğu günlerdi. Benim gibi iflah olmaz barış budalalarıyla bir kez daha alay edildi: Dağlıca saldırısı ve sonrası... “Saldırı-operasyon-KCK tutuklaması”; “KCK tutuklaması- operasyon- saldırı” ölümcül döngüsü. Sözün, yazının, vicdanın, insanın beş kuruşluk anlamının kalmadığı bir ülke ve dönemde yazı yazıp ahkâm kesmenin beyhudeliği duygusu.
Lumpen mafyacıların iğrenç bir sözü vardır: “Seni kurşun manyağı yaparım” diye tehdit ederler. Benim gibiler de, Kürt sorununa barışçı çözümü konusunda Türk-Kürt, Devlet-PKK savaş mafyalarının işbirliğiyle “umut manyağı” haline getirildik.
Umudun tükenişi; sevincin, geleceğin, yaşama arzusunun tükenişidir, bu yüzden bilinçli “manyaklığımı” sürdürmeye, belki bir gün iyi birşeyler olur, diyerek direnmeye çalışıyorum; ama itiraf edeyim, artık başaramıyorum. Yarım yüzyılı aşkın süredir, tanrıların gazabına uğramış Kral Sisifos gibiyim / gibiyiz. Ruhumuzu, bedenimizi örseleyerek tonlarca ağırlıkta bir kayayı dağın doruğuna çıkarıyoruz, kaya doruktan aşağı yuvarlanıyor ve yeniden başlıyoruz. Yeniden, yeniden, ebediyete kadar...
Yine Hapishane Kapılarındayız
“Artık bu işlerden emekli olup köşemize çekilelim, yazıp çizmekle yetinelim derken kendimizi yine hapishane kapılarında bulduk” diye yazmış sevgili arkadaşım Melek. Henüz emekliliği düşünecek yaşta olmayan pırıl pırıl kafalı, kocaman yürekli, umut dolu genç arkadaşım Gülseren Onanç ise Büşra’yı (Prof.. Büşra Ersanlı) hapishanede ziyaretinden sonra şöyle yazıyor:
“Aslolan mekanmış Gülseren’ dedi Büşra. ‘Sekiz aydır 25 kişi ile bir mekanı paylaşınca benim gibi yalnız yaşayan bir kadın için zaman mı mekan mı sorusunun cevabının mekan olduğunu anladım.’ Gözlerinde hala olup biteni anlayamamanın şaşkınlığı, kızgınlık, kırgınlık ve isyanı görüyorum. Gözlerine daha fazla bakamıyorum. İçime işliyor. Herhalde o da benim gözlerimde hiçbirşey yapamamanın utancını, sıkıntısını hissediyordur. Heyecanımı gizleyemiyorum. Bir ay önce Adalet Bakanlığından özel izin istedim, Büşra yı Bakırköy cezaevinde ziyaret edebilmek için. İznim 12 Haziran için çıktı. (........) Büşra elinde TESEV’in ‘Yeni Anayasa Yerel ve Bölgesel Yönetim Önerileri’ raporu ile geldi. Bu rapora verdiği katkı için topladığı dökümanları iddianamede nasıl aleyhine kullandıklarını söylüyor. Seyahatlerini ve bir dolu anlamsız iddiaları. (...........) Hakkı olan dayanışmayı bizden beklediğini söylüyor. Nedim ve Ahmet için yapılanların bir kısmını bile yapmıyoruz Büşra için, utanıyorum. ‘Biz meğer tatlısu aktivistiymişiz, gerçeklerin acılığı ile şimdi yüzleştim’ diyerek kendi ile bir hesaplaşma yapıyor. Beni de içine çekiyor hesaplaşmasının. Tatlısu aktivisti kimdir diye soruyorum kendime? Ben olabilirim ama Büşra kesinlikle değildir. Büşranın seçtiği yol çok az kişinin göze alabildiği bir yoldu. O Kürt olmamasına rağmen, Kürt kardeşleri ile kimlik mücadelesini omuz omuza, gönül vererek yaptı. Biz dışardan devleti göreve çağırmaktan başka birşey yapamazken, Büşra siyasi çözümün yollarını oluşturmak üzere çalıştı. BDP’ de PM üyesi oldu, anayasa komisyonunda çalıştı. Kürt sorununa içerden, tam ortasından bakabildi. Eğer bir akil insan aranıyor ise o da hiç kuşkusuz Büşra Ersanlı dır. Büşra çözümün ta kendisidir. Bir saat nasıl geçti anlamadan gitme zamanımın geldiğini Büşra, bize bakan görevlinin gözlerinden anladı. Koridora çıktık. Büşra ile öpüştük. O arkasına hiç bakmadan demir parmaklıklı kapıya yöneldi. Kapıyı arkalarından kapayana kadar bakakaldım. Büşra geri dönüp baksa, biri bana dokunsa hüngür hüngür ağlayacaktım. Boğazıma oturan kocaman bir düğüm ile koşar adım yürüdüm özgürlüğe, güneşe, temiz havaya, yalnızlığa.”
Evet, bir zamandır yine hapishane kapılarındayız. Büşra Ersanlı binlerden sadece biri, bir sembol. Gençler, çocuklar, kadınlar, Kürtler, işçiler, sendikacılar, yazarlar, sanatçılar, gazeteciler, herkes; pankart astılar, HES’leri protesto ettiler, kitap yazdılar, parasız eğitim istediler, pankart astılar, yumurta attılar, kadınların kişiliğine ve özgürlüğüne tecavüz yasalarını, işçilerin elini kolunu bağlayacak grev yasaklarını, çevreyi kurutmaya, öldürmeye yönelik kararları protesto ettiler, dinsel-ideolojik amaçlı sözde eğitim reformuna karşı çıktılar, üç kuruş fazla zam istediler, vb...vb... diye tutuklanıp terörle mücadele yasası kapsamına sokularak yıllarca hapishanelerde süründürülürken yine hapishane kapılarındayız işte. Bütün darbeleri şu veya bu şekilde yaşamış (28 Şubat dahil hepsine karşı çıkmış ve hepsinde payına düşen mağduriyeti tatmış) biri olarak yazıyorum. Son birkaç yılın, hele de şu son günlerin tutuklama furyası ve her çeşit muhalefete yönelik baskılar 12 Mart’ları, 12 Eylül’leri, 28 Şubat’ları hiç aratmıyor.
Son Kürt Kalana Kadar
Savaşı tek çözüm yolu gören militaristlerin; Doğu ve Güneydoğu’daki cinayetlerin başlıca sorumlusu, onbinlerce insanımızın katili olan savaşçı, güvenlikçi faşizan zihniyetin şiarı ve söylemi: “Son terörist de yok edilene kadar” dı. KCK tutuklamalarının yaygınlığı ve boyutları, yeni muktedirlerin şiarının, “Son muhalif Kürt kalana kadar” olduğunu apaçık gösteriyor. KCK tutuklamalarının BDP’li belediye başkanlarını, parti yöneticilerini, gösterilere katılmış gençleri, vb. aşarak KESK başkanına ve yöneticilerine uzanması ve daha nereye kadar gideceğinin belli olmaması, iktidardakilerin -eğer becerebilseler- muhalif tek bir Kürt bırakmamaya azmettiklerini düşündürüyor.
Kimse kalkıp da, “Efendim konu adalete intikal etmiştir. Türk adaletine güvenin” yavelerine sığınmasın. O adaletin nasıl işlediğini hangi çevrelerin ne parmaklar attıklarını, kimisi alkışlayarak, fiştikleyerek, kimimiz isyan ederek, Türkiye halkı çok iyi biliyor. Tayyip Erdoğan da kalkıp, “İçerde tek bir gazeteci yok, gençler yok, akademisyenler yok. Kimse kusura bakmasın ama onların hepsi terör örgütü üyesi, destekçisi, yandaşı” demeye kalkışmasın. Başbakan kusura bakmasın ama yanlış biliyor, ya da biliyor da gerçekleri saklıyor. Belki utancından, belki kendinin üstünde bir güçten çekindiğinden, belki de takke düşüp kel göründüğünden, yani “bana biat etmeyen son muhalif Kürt kalana kadar” zihniyetini kendisi de benimsediğinden.
Eğer bilmiyorsa, yanıltılıyorsa, tehdit ve şantaja maruz bırakılıyorsa, söylemesi benden: KCK üyesi, PKK yandaşı diye içeri alınan Türk veya Kürt muhalifler, terör örgütü üyesi diye içeri atılan ve de mahkûm edilen protestocu gençler, haklarını aradıkları için takibata uğrayan emekçiler somut delillerle değil devletçi faşizan bir zihniyetin tasarrufuyla oralardalar. İster veyasetçi Kemalist, ister faşist, ister muhafazakâr Müslüman olsun, devlete ve siyasete egemen olan anlayış: dün olduğu gibi bugün de itaat ve biat anlayışıdır. 12 Mart’larda, 12 Eylül’lerde komünist diye, solcu diye, demokrat diye yokedilmeye çalışılan; 28 Şubat’ta Müslüman, dindar diye ezilen muhalifler, bu gün Kürt meselesinde barışçı çözüm istediği, çevreyi, kadın özgürlüğünü, işçi haklarını, demokratik özgürlükleri savunduğu, kısaca “muhalif olduğu” için düzmece yargılamalarla susturulmaya çalışılıyor.
The Cemaat mı, The AKP mi?
Uzun süre fısıltıyla konuşulan, bugün apaçık ortaya çıkan siyasal gerçek, mevcut iktidarın Fethullah Gülen hareketi ile AKP’nin karşılıklı çıkar ilişkilerine dayalı bir güçbirliği olduğudur. Aynı ideolojik temellere ve son tahlilde aynı hedeflere sahip iki akımın koalisyonu tabii ki normaldir ve meşrudur. Sorun; siyasal ortama hakim olan otoriterleşmenin koalisyon güçleri arasındaki tepişme sürecinde giderek daha da ağırlaşmasında. Otoriter devletçi zihniyetin ve biat kültürünün ağır bastığı Gülen Hareketi; bekası alacağı oylara bağlı pragmatist AKP’nin zaten dar olan demokratik sınırlarını daha da kısıtlıyor. Terörle Mücadele Kanunu’nda değişiklik yapılması, Türk Ceza Kanunu’nun ilgili maddelerinin ve olağanüstü mahkemelerin yapısının değiştirilmesi tartışmaları sırasında, AKP’nin atmaya çalıştığı küçücük adımların bile nasıl engellendiğini hatırlayalım. Bu süreçte Fethullah hareketinin bütün sözcüleri, yandaşları, savunucuları ve onların yanında saf tutan kimi liberaller vesayet ve darbe davalarından tutuklu olanların serbest kalacağı gerekçesine sığınarak değişiklik niyetlerinin karşısında yer aldılar. Taktik bir cinlikle KCK davalarından ve tutuklularından hiç söz etmediler. Cemaatin devletçi, güvenlikçi, otoriter refleksi en çok Kürt meselesinde devreye giriyor, askeri vesayetin artık törpülendiğini onlar çok iyi biliyorlar.
Peki, içinde debelendiğimiz darbe günlerini andıran bu ortamda, Cemaati günah keçisi haline getirip “Her taşın altında Cemaat var” diyerek AKP’yi aklamak mümkün mü. Bin kere hayır. Muhalefetin, hele de Kürt muhalefetinin geriletilmesi, Oslo sürecinden vazgeçip güvenlikçi politikaların güçlenmesi, imaj sorunu bir yana AKP’nin de işine geliyor. Varsın suçsuz günahsız insanlar yıllarca tutuklu kalsın, ne gam! Çünkü işin özüne bakarsanız, demokrasiden, ileri demokrasiden, vb. söz eden bu akımların özgürlük ve demokrasi anlayışları kendi özgürlükleriyle sınırlı. Hepsi dinî muhafazakârlık kökeninden geliyorlar. O zihniyetin siyasete yansıması, devlet-teba anlayışıdır. AKP, Oslo’dan vazgeçip “son muhalif Kürt kalana kadar” zihniyetini benimsemeseydi, bugün koalisyon ortağının şantajına böyle boyun eğmezdi; hiç değilse ele güne karşı, KCK tutuklamaları, örgüt üyesi diye önüne gelenin içeri atılması gibi konularda özgürlüklerden ve hukuktan yana tavır koyardı.
Sözde özgürlükçü, demokrat, liberal geçinen tüm siyasal partiler, örgütler, cemaatler ve de kişiler; en başta iktidarda olanlar, şu soruya cevap ve topluma –tarihe hesap vermek zorundadırlar: Her türlü muhalif akımı, kişiyi, yapıyı ve de Kürtleri silahlı terör örgütü bahanesiyle içeri tıkan rejimin adı nedir? Daha önemli soru: Vesayetçiliğe ve askeri darbelere karşı çıktıklarını iddia eden AKP ve yandaşları darbe dönemleri uygulamalarını kendilerine dokunmadıkça mubah mı görüyorlar? Muktedir konuma geçtiklerinde muhalifleri bertaraf etmek meşru mu sayılıyor? Bunu hangi siyasal ahlakla, hangi hukuk ve adaletle, hangi vicdani tutarlılıkla, hatta değer verdiklerini varsaydığımız hangi Müslümanlıkla bağdaştırıyorlar?
Evet, yine hapishane kapılarındayız ve yine 12 Mart, 12 Eylül günlerindeyiz. Sisifos misali, kayayı doruğa çıkarmaya çalışıyoruz. Sisifos emekli olamaz, biz de yaş yetmişi aşsa da demokrasi kayasını taşımaktan emekli olamıyoruz.