17 Mayıs 2021

Radyo Mecmuası: Ufku sarmış bir savaş havası, kitaplar farklılaşmış, bıyıklar fırçaya dönmüş (2)

Geçen yazıda başladığımız Başvekâlet Umum Müdürlüğü tarafından yayımlanan Radyo Mecmuası'nın 1941 ve 1942 yıllarındaki sayılarını okudukça savaşın kapıya dayandığını anlıyoruz. Bir yanda, görünürde bir "tarafsızlık" duygusu, bir "barış" içinde kalma vurgusu, öte yanda, alttan alta "Almanya dostu" imgeler, imalar…

Bir önceki yazıda Radyo Mecmuası'na dair genel bir giriş yapıp, sadece abone adedine bakıldığında bile (yüz binden fazla) derginin ne denli önemli olduğunu vurgulamaya çalışmıştım. Ayrıca unutmayalım, o esnada memlekette sadece bir radyo kanalı ("Ankara Radyosu") var ve iyi kötü yurdun her tarafından dinlenebilmekte.

Kapımıza dayanan savaşı da düşünürsek, radyonun herhangi bir dış saldırı durumunda birçok açıdan pratik yararları (uyarı gibi) olduğu da aşikâr. Neticede, elde bir radyo cihazı olduğunda, haberleşme açısından çok avantajlı bir durum sağlanıyor. Sahiden, elde ne kadar radyo cihazı vardır acaba? Akla gelen ilk soru bu. Ve bunlardan kaçı evlerde, kaçı kamuya açık (kahvehaneler, halkevleri gibi) mekânlardadır? Bu konuda, Cemal Yorulmaz tarafından "Yurdda radyo artışı" isimli yazı önemli. Yazının hemen başında şöyle bir not düşer Yorulmaz, bir istatistik paylaşarak, son yıllarda neden radyo cihazı sayısında önemli bir artış olduğunu açıklar.

İstatistikle ne kadar oynanırsa oynansın, elde edilen sayı (yüzde 4,1 yerine 6,4 olarak hesaplanan) diğer ülkelerle karşılaştırma yapılan tabloya bakıldığında çok düşük. Yine de, 1937 yılından başlayan istatistik bazında, radyo sayısında çok ciddi bir artış yaşandığı gerçeğini değiştirmiyor.

Modern insan radyonun fısıldadığını gazetenin çızıkladığına değişmez!

Derginin diğer sayılarında büyük şehirlerdeki radyo sahibiyet oranlarına dair istatistikler de var ama şimdilik yukardaki sayılarla yetinelim ve devrin önemli ideologlarından olan Burhan Belge'nin bir yazısına ("Radyo ve Gazete", Sayı 5, Nisan 1942) bakalım. Belli ki Belge, propaganda (o "telkin" diye isimlendiriyor) üzerine bayağı bir düşünmüş ve bir söz üstadı edasıyla döktürmüş. Yazının odağı "radyo" ile "gazete" fark üzerine, tabii ki "telkin", yani propaganda çerçevesinde. Okuyalım:

Gazete kültüründen geldiği, yıllardır köşe yazıları yazdığı için tabii ki entelektüel anlamda "gazete"yi önceliyor Belge ama "radyo"yu da küçümsemiyor. Biraz korkuyor olmalı ki, radyonun gazeteler üstünde "körletici" bir etki yaptığından dem vuruyor. Tipik bir "elitist" düşünce sistematiğinde, "yarı okuryazar" ya da "cühelâ" için iş görür, iyi bir telkin vasıtası olduğuna inanıyor, "seyyal, çevik, kolay" diye betimliyor. Böyle bir dergide yazdığına göre mesele radyo mecranın nasıl kullanılacağı üzerinedir ve yazının asıl vurgusu tam da bu noktada şekilleniyor. Radyo içerikleri "halka göre", onun anlayacağı basitlikte hazırlanmalı ve verilmelidir. Bu işleme "telkin manevrası" diyor. Belge ve benzerlerinin kelimeler üzerinde kurduğu hakimiyet gerçekten çok çarpıcı, bu nedenle hemen yukarda "döktürüyor" diyorum. Yazının sonundaki şu satırlara bir bakın:

Gazetenin zamanla haberden çok bir yorum aracı olacağını o günden görmüş Burhan Belge, bu konuda kendisine sadece şapka çıkarılabilir. "Modern" insan için ("elit" tabakadan söz ediyor) gazetedekiler belki en iyisidir ama devir "kalabalıklarındır" ve onlara erişmek için radyo program içerikleri çok daha önemlidir. Üstelik ağır bir "telkin" baskısı altındadır "kalabalıklar", yabancı istasyonların Türkçe neşriyatı (bir önceki yazıda detaylarıyla anlatmıştım) yanlış anlamalar, kitlesel yılgınlığa ve teslimiyete yol açabilecek niteliktedir.

Bir de onlar bizi dinlese!

İşte tam bu noktada, mecmuanın başyazı niteliğindeki yazılarını kaleme alan Selim Sarper önem kazanıyor. "Bir de onlar bizi dinlese…" isimli yazısında bir yandan övünmekte (ecnebi istasyonların Türkçe neşriyatlarının dinlenmesine izin verilmektedir), bir yandan, ne yazık ki çok alışkın olduğumuz bir "refleksle", "bir de bizi dinleseler anlayacaklar ama" yazıklanmalarından medet ummaktadır. Yazısında o esnada onbir "memleketten" Türkiye'ye yönelik yayın yapan yirmiden fazla istasyon olduğunun altını çizen Sarper, telkinler ("propaganda" diye okuyalım) nedeniyle aramızdan birkaç zayıf "akıllı" ya da "imanlı"nın yoldan çıkabileceğinin dikkat çekmektedir. Ama yazar "kendimizden" pek emindir, "zayıf ahlaklılar bizim bünyemizin uzuvları değildir ki, bunları kesip atmak bizi zayıf düşürsün…[onlar] bünyemizin parazitleridir ve hamdolsun sayıları da çok değildir" diyerek güven tazeler ve Ankara Radyosunun aslında ne olduğunu anlatmaya girişir.

Tuhaf bir tanıtım, çünkü sanki savaş bir "uygarlık" meseleymiş gibi anlatılıyor, dahası "Beethoven" dinleyen, Schiller okuyan bir ülkenin savaşı bizzat başlattığı es geçiliyor. Bu ne anlama geliyor olabilir, neden Bir İngiliz edebiyatçı, bir Fransız besteci akla gelmemiş, zikredilmemiş? Tesadüf olmaktan öte, alttan alta kendini Almanya ile aynı evrende görmenin, hayal etmenin gizli bir emaresi olabilir mi verilen örnekler? Bunu anlamanın bir diğer yolu dergideki yazılarına, çoğu doğrudan radyo programlarında anlatılanların özeti olan içeriklere bakmak olabilir.

Şahsiyeti sağlam kan grupları, "bunak" kadınlar

İlk bakabileceğimiz, kitap tanıtımların yapıldığı radyo programı olan Kitap Saati olabilir. Adnan Cahit Ötüken (1911-1962) tarafından hazırlanmaktadır. Almanya'ya kütüphanecilik eğitimi için gönderilen öğrencilerden biri olan Ötüken, o esnada bir yandan Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları Müdürüdür, diğer yandan ise 1943'te yayımlanmaya başlayacak İnönü Ansiklopedisi'ni (daha sonra "Türk Ansiklopedisi" ismini alacak olan) hazırlamaktadır. Böyle bir şahsiyetin hazırladığı kitap tanıtım programları önemli olsa gerektir. Tanıttığı bir kitaba, radyo dinleyicileri gibi, biz de dergi vasıtasıyla kulak verelim:

Irkçı antropolojinin "şaheserlerinden" biri olduğu su götürmez bu kitabın mümkün kullanım alanlarını görünce (adlî tıp, suç, hastalıklar, veraset, "normal kanda şahsiyet" vb.) insanın aklına neler gelmez ki? Bu minvalde hazırlanan radyo sohbet programlarının ardı arkası kesilmiyor derginin sayfalarında. Bir de tıp, sağlık programları var ki, oradaki "cinsiyetçilik" rüzgârları aklımızı başımızdan alacaktır. Tabii ki örneğini vereceğim ama, burada önemli olanın devrin "elit" şahsiyetlerinin, devletin üst yönetiminde bizzat yer alan ya da radyoda program yaptırmaya değer gördüğü kişilerin özgeçmişlerinin ne kadar önemli olduğunun altını özellikle belirtmek zorundayım.

Sağlık, tıp programları bahsine dönersek: Yıllarca sürecek olan sağlık köşesini ("Evin Saati" programı) yapan, aynı zamanda gazetelerde (Ulus, Vatan gibi) köşe yazan kamuoyu tarafından tanınan, iyi bilinen (halk arasında "üstad" olarak anılan) Galip Ataç'tır. Evet, edebiyat çevrelerinin iyi bildiği eleştirmen Nurullah Ataç'ın da ağabeyi. Bir iç ve sinir hastalıkları uzmanı (eskiler hem "dahiliyeci" hem de "asabiyeci" der) kimliğinden çok öte, bir tür "ideolog" olarak radyodan verdiği konferanslar yoluyla kamuoyunu ideolojik olarak şekillendirmeye çalıştığı da söylenebilir. Bu noktada durup, Galip Bey'in "bunaklık" konusunda ne söylediğine, dergi sayfalarından okuyarak, kulak verelim:

Kısaltılmış hâli buysa, uzunu nasıldı acaba diye de sorabiliriz ama burada önemli olan bir "sohbet" havasında yazılan bu demecin içeriğindeki ataerkil, cinsiyetçi odaklanmalardır. "Bunaklık" daha çok kadınlarda görülen bir hastalıktır demenin çok ötesine geçen, birçok başka ideolojik yargıya da göndermede bulunan baştan sonra "hastalıklı" bir metinle karşı karşıyayız. Örneğin, "alaturka" müziğimize benzermiş "bayan bunaklar", zaman geçtikçe eski şeyleri hatırlarmış! Bir de "hasis" olurlarmış, ellerine geçeni biriktirirlermiş, hatta "kirli çıkı" sözü bizzat bu hâlin tarifi temel alınarak bir atasözüne dönüşmüş. Bunlar yetmiyor, son paragrafta, özellikle cahillerde görüldüğü de resme ekleniyor. Burada tıbbî bir görüş aramanın pek bir faydası olmaz" belki ama, kendini "modern" ilan eden "elitlerin" kafalarındaki "ataerkillik" refleksi kolayca teşhis edilebilir. Unutmayalım, burası devletin radyosu, herkesin bedava erişebildiği, böylesi demeçleri işitebildiği biricik kitle iletişim mecrası.

Fırça bıyıklar resmi geçidi!

Radyo Mecmuası'na dair bu ikinci yazıyı devrin bir diğer Almanya kökenli modasını hatırlayarak bitirebiliriz. Şimdilerde daha çok "badem" bıyık olarak bildiğimiz, orijinaldeki anlamını düşünerek, "fırça bıyık" olarak isimlendirmeyi tercih ettiğim bir bıyık kesiminin o yıllarda Türkiye'de tercih edildiğini hatırlamak, yukarda yazdıklarım çerçevesinde belki yararlı olabilir. Çünkü, savaşan tarafları düşündüğümüzde, aynı dönemde örneğin Stalin tipi bir bıyığın moda olduğunu gösteren hiçbir emare yok. Öte yandan, "fırça" bıyığın ("Hitler bıyığı" da pekâlâ denebilir) ne denli popüler olduğunu anlamak için dergide yayımlanan ses ve saz sanatçılarının, kültür ve siyasî şahsiyetlerin resimlerine bakmak yeterli olabiliyor. Sadece örnek olsun diye, dergide mutat bir şekilde küçük biyografileriyle tanıtımları yapılan sanatçılardan Şerif İçli ve Tahsin Karakuş'a ilişkin sayfaya bakabiliriz. Yine, derginin diğer sayılarından ünlü bestecimiz Sadettin Kaynak'ın ve yeni kurulan hükümete dair haberde hemen göze çarpan bıyığıyla Dışişleri Bakanı Numan Menemencioğlu'nun resimlerine de bakabiliriz:

O tarihi yakından bilenler, arşiv taraması yapanlar, örneğin İsmet İnönü'nün fırça bıyıklı resimlerini hatırlar. Ama görünen o ki, bu bıyık kesimi sadece siyasetçileri değil, devrin kalburüstü birçok başka şahsiyetini de bir moda olarak peşinden sürüklemiştir. Savaşın tam ortasında, ittifaklardan birinin başını çeken bir "liderin" ("Führer"in) bıyığını taklit etmek sadece bir moda olarak açıklanabilir mi? Bir sonraki yazıda, Radyo Mecmuası'nın 1941-42 yıllarında yayınlarının sayıları içindeki gezintimize devam edeceğiz.

Yazarın Diğer Yazıları

Kadıköyü'n sokakları, edebî şahsiyetleri

Aslında, Edebiyatın Kadıköyü’nü okurken, bir daha asla yaşanmayacağını bilerek içimizde uyanan, o buruk “nostalji” hissinin nedeni tam da bu. Bu şehrin baş döndüren dinamiğinde insanlar sadece birer “iz”

Bir Hipster’ın izinde: Mehmet Ali Sanlıkol’dan Erkin Koray’a

Yerel müziklerimiz, ezgilerimiz, çalgılarımız, seslerimiz çok zengin ve bin bir çeşit, buna şüphe yok. Ama “zenginlik”, günümüz dünyasında bir “lezzet” meselesi olmaktan öte, bir “sunum” meselesi artık.

Hatırladıkça artan ya da eksilen: Bir Maffy Falay belgeseli

“Maffy’nin Cazı” neredeyse bir “doküdrama” gibi çekilmiş, müzisyenle iyice yakınlaşmış, onun son yıllardaki mahremini aralayan, belki de bu nedenle, insanın içini acıtan bir yaşam belgeseli, bir hayat dersi. Ve sadece bu nedenle bile üstüne düşünmeyi, konuşmayı hak ediyor