20 Aralık 2020

Radyo Haftası sayfalarında Demokrat Parti'nin ilk yılı: Radyolardaki sancılar (2)

Geçen haftaki yazımda, Radyo Haftası'nın Demokrat Parti iktidara gelişinden (Mayıs 1950) bir yıl sonraki Eylül – Aralık arasındaki sayılarına bakarak radyolarda neler değiştiğini anlamaya çalışmıştım. Yeni hükümet bir dizi müdahaleyi (özellikle bütçe kesintileri yoluyla) İstanbul Radyosu idaresinin desteğini alarak başlatmış, Ankara Radyosu'ndaki kadroları dolaylı yollarla eksiltmiş ve radyolarda "alaturka" içeriği artırmıştır. Yazının bu son bölümünde, konuyu Ankara Radyosu'ndaki gelişmeler ve kurulmakta olan İzmir Radyosu ile ilişkilendirmeye çalışacağım. Radyolar sadece "eğlence" odaklı olmaya mı çalışıyor yoksa yeni bir kültür kurulmaya çalışırken merkezî kültür İstanbul'a doğru mu evriliyor?

Bir önceki yazıda, Demokrat Parti'nin iktidara gelmesinin hemen ardından, 1951'de, Mesud Cemil idaresinde İstanbul Radyosunda olanları aktarmaya, özellikle "alaturka" cephesindeki gelişmeleri daha geniş, müzik kültürünü temel alan bir perspektiften aktarmaya çalışmıştım. İlk bakışta, radyonun (hızı ve kapsamı bakımdan temel kitlesel iletişim aracı) bir "propaganda" aracından bir "eğlence" dönüşmesi gibi görünen bu sürecin pek de öyle olmadığı belki daha sonra göreceğiz ("Vatan Cephesi"ne mensup olanların isimlerinin okunduğu dönem) ama, henüz "canım cicim" yıllarındayız ve radyo ile "halka hizmet" onu en ucuz yolla eğlendirmek gibi düşünülüyor. Devrin "popüler" seslerine, ki çoğu "alaturka" cenahtandır, İstanbul Radyosu tarafından çok daha "esnek" (geçici) sözleşmelerin önerildiğini anlıyoruz. Artık hem radyoda kalıcı bir kadroda çalışmak, hem de dışarıda (konser, gazino programı ya da turne) çalışmak öyle kolay bir iş olmayacak, çok sıkı şart ve izinlere tabî olacaktır. Tamam, kağıt üstünde net ve anlaşılır olarak okunuyor ama pratikte bu iş nasıl gerçekleşmektedir?

Önceki yazıda, sanatçılara yeni sözleşmenin gönderildiğini ama daha "eski usul" alaturka icra edenler dışında imzalanmadığını işaret eden bir bölüm vardı. Eski düzene alışmış devrin "popüler", dışarda da iş yapabilen sanatçıları bu işe tabii ki gönülsüzdüler. Onları bir türlü yola getirmek gerekmektedir. Getirilirler de. Şimdi, devrin ünlü sesi Perihan Altındağ Sözeri'nin yaşadıklarını sırasıyla derginin üç farklı sayısından izleyelim.

Bu haberlerin ilki (solda sütundaki uzun olanı) 70. Sayıdan (22 Eylül 1951), anlıyoruz ki, radyo idaresi şarkıcının programına müdahele etmeye, dinleyici isteklerine "çalınacak makam" düzeyinde engel çıkarmaya başlamış ve bunu kabul etmeyen sanatçının konserlerini yayınlamaz olmuş, ya da tam tersi, Sözeri bu işe bozulup "okumamaya" karar vermiş. Ama her iki durumda da "işitilemez" vaziyette. Şimdi, sağ sütunun en altındaki küçük habere bakalım (Sayı 77, 10 Kasım 1951), arkasında çalacak tanburî (İzzetin Öke) değiştirilmiş; yetmemiş, bu "üstadla" radyoevine çalışması ("meşk etmesi") zorunlu hâle gelmiş. Devam ediyoruz. Bu muamele ile sadece Sözeri'nin karşılaşmadığını, sağ sütunun başındaki iki haberden de anlıyoruz. Bunlar yılın sonuna doğru yayımlanan (Sayı 79, 1 Aralık 1951) mecmuadan. Çıkça görülüyor ki, "piyasayı" tercih edenler sürekli kadro sözleşmesini imzalamayıp radyoyla yollarını ayırmış ama artık "kişiye özel" bir pazarlama aracına sahipler: Radyonun eski mensupları ayda iki defa "konser" verebilecekler. Kimle çalacaklarına, repertuvarlarına artık kimse karışamaz! Mesud Cemil'i tebrik etmek lâzım, alan razı satan razı olmalı bu durumda. Ankara Radyosunda ise işler hiç de iyi gitmemekte, sanatçılar ya bir yolunu bulup İstanbul Radyosuna kaçılıyor ya da olmuyorsa, istifa edip İstanbul'a taşınıyor. Okuyalım:

İşler gerçekten vahim anlaşılan, anlı şanlı Ankara Radyosunun kıymetli bir sanatkârı İstanbul'a böyle bir ziyaret mi yapacaktı? Ama nafile, kimsenin Ankara'ya döneceği yok anlaşılan. "Piyasa" hayatı zorluyor, artık dinleyici "alaturka" istiyor, peki ama "musiki inkılabı" ne olacak? Pek bir şey olmuyor anlaşılan. Ankara, bir süre sonra pes etmeye başlıyor, oradaki programlarda da "tadilat" başlıyor. Yine, bu sefer 77. Sayıda okuyoruz:

Daha önce yazmıştım zaten, Radyo Haftası'nın gönlü "alaturka"dan yana, tamam haberin dili ama, belli ki pek de yanlış değil. Hâlbuki, Ankara Radyosu o yıl kendince prorgram tadilatı yapmıştı, yoksa bir işe yaramadı mı? Alaturkadan söz etmiyorum tabii ki, yeni ve köylüye yönelik program var aklımda. Önce haberini (Sayı 73, 15 Ekim 1951) okuyalım.

Sahiden de akşamüstleri, bu "köy programını" kimlerin dinleyeceği varsayılıyor? Köy kahvesindekiler mi? Türkiye nüfusu çoktan hareketlenmiş, köyden şehre göç başlamış, yeni kültürel dinamik şehirlerde, yeni şehir hayatında. Örneğin memurlar için, akşamüstleri, iş çıkışından hemen sonra, eve dönünce dinlenecek program bu olabilir mi? Kararı siz verin diyeceğim ama bu programı ("köy saati") ucundan bucağından hatırlayan herkes, sabahın çok erken bir saatine kaydırıldığını iyi bilecektir. Kabul etmeliyiz, Mesud Cemil idaresindeki İstanbul Radyosu "piyasayı" iyi koklamakta, programlarını oluştururken dinleyici tercihlerini çok daha iyi okumaktadır. Şimdi, 77. Sayıdaki (10 Kasım 1951) birçok haberin içinden seçip yan yana getirdiğim altı habere odaklanmak istiyorum. Çünkü, tek tek baktığımızda 1951 Yılındaki kültürel manzaraya (başlamakta olan değişikliklere, "sancılara") dair ilginç ipuçları yakalayabileceğimizi düşünüyorum.

İlk haber Halkevlerinin dair, artık personeli ve binasıyla hükümete devredilmişler. Söylenmek istenen, Demokrat Parti'nin ilk işlerinden biri olan bir kanun değişikliği, 14 Mayıs 1950'de seçimi kazanan DP, bir yıl sonra 11 Ağustos 1951'de bir kanun marifetiyle Halkevlerini lav eder, mallar hazineye devredilir. Haberde oradaki bir türkü hocasının yeni çalışma yeri, Öğretmenler Evi, olarak öğrencilerine bildiriliyor. İkinci haberde Radyo Tiyatrosu faaliyetlerine bütçede yapılan kesinti ile vurulan darbe anlatılıyor. Tüm bunlar, aslında bir önceki yazıda belirttiğim çok ciddî bir bütçe kesintisi ile doğrudan ilişkili. Üçüncü haber daha da ilginç; sadece Arap Filmlerinin ithaline ilişkin bir yasaktan söz etmekle kalmıyor, bu sayede Türk Filmciliğin kalkınacağını varsayıyor. Haberin son kısmındaki vurgu yeterince manidâr: "Bu filmlerin 29'unda ses san'atkârlarımız oynamaktadır". Demek ki, mesele Arap Filmlerinin sinematografik kalitesinde değil "şarkılarında", onlara yapılan "adaptasyonlarda" ("Türkçeleştirilerek" söylenmesinde) ve haberi yazanı da endişelendirdiği besbelli, alaturkanın "Araplaştırılmasındadır". Çare? Bizim şarkıcılar, bizim besteler. Halk, Arap Filmlerindeki şarkıları ve onların "adaptasyonlarını" çok seviyor olmalı ki bu kısacık haber pek şaşalı ("yerli filmciliğimizin ihyası için alınmış en esaslı bir karardır") bir cümleyle bezenmiş. Siz sahiden "arabeskin" 1960'ların sonunda Orhan Gencebay tarafından "icat edildiğini" mi sanıyordunuz?

İzmir Radyosu haberini sona bırakıp Ankara Radyosu haberine bakalım. Size yukarda anlattığım Ankara'dan İstanbul'a kaçış sürecinin iyi bir özeti değil mi? Ankara Radyosundan söylentiler yayılıyor, bu icracılar tekrar Ankara'ya dönmek istiyor diyor ama bizim "zehir muhabir" anında yalanlıyor. Şarkıcıların derdinin kadrolarını Ankara'dan İstanbul'a taşıma müsaadesi olduğunun altını çiziyor.

Altındaki haberde de bir başka "özet-durum" var. Radyolardaki "alaturka" sürekli olarak artırılmakta. Yazının ilk başında görmüştük, Ankara Radyosu sabahları artık alaturka çalmaya karar vermişti. İstanbul Radyosu'da aynı yönde bir kararı var. Günde 40 dakikalık bir artış. Unutmayalım, öyle 24 saat radyo yayını yok, ortalama 4-5 saat, o nedenle hiç de az değil ve bu nedenle alafranga saatleri azaltılmaya (nasıl "artış" için "ayarlama" deniyorsa bu günlerde, o sıralarda da "azaltma" yerine "değiştirilme" deniyor belli ki) başlanmış.

Gelelim İzmir Radyosu haberine, sonu kesilmiş hâlde de olsa 1950'den başlayarak henüz kurulma aşamasında olan İzmir Radyosu'na dair birçok haberle karşılaşıyoruz. Aslında, resmen 1953'te kurulacak bu radyonun kurulma aşamalarını Radyo Haftası'ndan izlemek çok yararlı olabilir. Elimde bu dönemi kapsayan dergiler olduğuna göre konuya daha derinden işleme sözü vererek 1951 Yılında karşıma çıkan haberlerden bazılarını aktarmak istiyorum. Başlıkta tarif ettiğim gibi "sancılı" bir süreçle karşı karşıyayız. Bir "sarsıntı" haberi (Sayı 77) ile başlayayım:

 

Her zamanki mesele yine arzı endam etmiş, yani radyo için ayrılan "tahsisat" bitmiş. Artık iyice anlıyoruz ki, para meselesi bir kurumu "terbiye etmek" için eldeki en etkili araç. Sanatçılar için iki yol var o yıllarda, ya "piyasada" çalışıp hayatını kazanacaksın (ki en zor olanı bu, çünkü hem eğlence mekânlarının sayısı sınırlı, hem de o dünyada çok çetin bir rekabet var), ya da devlet memuru olacaksın, kalıcı bir kadroyu almaya çabalayacaksın. İzmir'de de aynı durumun ortaya çıktığı ama memur maaşının çok yetersiz kaldığı anlaşılıyor. Örnek mi istersiniz?

İstanbul'dan bu vazife için İzmir'e gidilmesi kadro ilanlarının yapıldığını gösteriyor ama tahsisat az olmalı ki önerilen maaşlar çok yetersiz. Çünkü, radyonun sahibiyeti meselesi henüz çözülmemiş, İzmir Belediyesi mi (seçimler yok o dönemde, ama yine de bir "yerellik" vurgusu mümkün) yoksa bizzat merkezi idare (Basın Yayın Genel Müdürlüğü) mi yönetecek, işte o belli değil. Bu konuda, Mehmet Karayaman'ın, "İzmir Radyosu'nun Kuruluşu ve İlk Yıllardaki Faaliyetleri" isimli, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi'nin 20ı8 Yılında yayımlanan ve önemli bilgiler içeren bir makalesi var, ilgilenenler internetten kolayca bulabilir. Ama ben Radyo Haftası'ndan durumu izlemeyi tercih ediyorum, bakarsınız başka ve farklı bilgilere erişilebilir. 1951 Yılının son sayılarından (Sayı 81, 1 Aralık 1951) birinde yayımlanan çerçeveli bir haberle karşılaşıyoruz.

"Sancılı" dediğim tam da bu, haberler yoğun bir bunalıma ama aynı zamanda yoğun bir dinleyici isteğine (alaturkası, alafrangası, mahallî haberleriyle) işaret ediyor. Ülkenin üçüncü büyük şehrinin tabii ki bir radyosu olacak, zaten sonunda kurulacaktır. Ama bu süreci biraz daha yakından okumak ve Radyo Dergisi'inin daha sonraki yıllarına odaklanarak yazmam gerekiyor. O nedenle biraz daha beklemeniz lazım.

Bu iki bölümlü yazıya son verirken, akademiden bana miras "sıkıcı" dilimden sizi bir nebze kurtarabilmek, içinize tatlı bir serinlik vermesi umuduyla, Radyo Haftası'ndan eğlenceli bir "şarkı sözü" haberini kullanmak istedim. Haber yılın en son sayısından (Sayı 83), artık benimsediğimiz "yılbaşı" gelmek üzere, tabii ki "alafranga" bir dünyanın eğlencesi o, danslı baloları, günün popüler ve Batıdan gelen şarkılarıyla. İngilizce yükselen bir değer ama "telaffuzu" hiç de kolay değil. Radyolardan işitiyor, belki şarkı sözlerine de erişebiliyoruz ama telaffuz, hiç kolay değil. Memlekette çare tükenmez, telaffuzu "doğrudan" yazsak olmaz mı? Olur tabii, buyrun hem Türkçesi (eğlenceli bir çeviri olmuş!) hem de telaffuzlu İngilizcesi, yılbaşı yaklaşmakta, belki işinize yarar…

Yazarın Diğer Yazıları

Kadıköyü'n sokakları, edebî şahsiyetleri

Aslında, Edebiyatın Kadıköyü’nü okurken, bir daha asla yaşanmayacağını bilerek içimizde uyanan, o buruk “nostalji” hissinin nedeni tam da bu. Bu şehrin baş döndüren dinamiğinde insanlar sadece birer “iz”

Bir Hipster’ın izinde: Mehmet Ali Sanlıkol’dan Erkin Koray’a

Yerel müziklerimiz, ezgilerimiz, çalgılarımız, seslerimiz çok zengin ve bin bir çeşit, buna şüphe yok. Ama “zenginlik”, günümüz dünyasında bir “lezzet” meselesi olmaktan öte, bir “sunum” meselesi artık.

Hatırladıkça artan ya da eksilen: Bir Maffy Falay belgeseli

“Maffy’nin Cazı” neredeyse bir “doküdrama” gibi çekilmiş, müzisyenle iyice yakınlaşmış, onun son yıllardaki mahremini aralayan, belki de bu nedenle, insanın içini acıtan bir yaşam belgeseli, bir hayat dersi. Ve sadece bu nedenle bile üstüne düşünmeyi, konuşmayı hak ediyor