14 Aralık 2020

Radyo Haftası sayfalarında Demokrat Parti'nin ilk yılı: Radyolardaki sancılar (1)

Radyo Haftası, 1950-1954 yılları arasında yayımlanan ve Demokrat Parti iktidarının ilk dönemini anlamamıza yardımcı olabilecek bir diğer magazin dergisi. Önceki yazılara fikri takip yaparak, bu sefer bu derginin sayfalarından radyolardaki sancıları anlamaya çalışıyoruz. Okudukça meselenin alaturka-alafranga çatışmasından çok daha derinde olduğunu anlıyoruz

Fikri takip önemlidir. Son iki yazıda 1950'li yıllardaki popüler kültürü anlamada önemli ipuçları sağlayan, isminde "radyo" olan dergilerden birine (Resimli Radyo Dünyası, 1951 yılının ilk dört ayını kapsayan sayıları) odaklanmış, oradaki haberlerden, yazılardan yararlanarak Demokrat Parti'nin iktidara geldiği ilk yılda devrin en önemli iletişim aracı olan "radyolarda" neler olduğunu anlamaya çalışmıştım. Magazin haberlerinin satır aralarında, Ankara ve İstanbul radyoları arasında sürmekte olan sancılı bir mücadelenin iyice belirginleştiğini görmek ve bunun bir "alaturka-alafranga" karşıtlığında tanımlanması yine de asıl soruya cevap veremiyordu. Alıp veremedikleri sadece bir "müzik zevki" meselesi miydi, yoksa bunun da ötesinde yeni bir iktisadî anlayışın, bir "liberalizm" cereyanın dayattığı bir dünyanın zorunlu kıldığı bir sürecin sonucu muydu? Görünen o ki, radyolarda vuku bulan çarpıcı değişikliklerin (eksilen kalıcı kadrolar, program içeriklerindeki değişiklikler, İstanbul Radyosu'nun Ankara'ya karşı galebe çalması vs.) işin Türk Musikisi-Batı Müziği ("alaturka-alafranga" ayrımının yeni ismi bu olmuştu) olarak görünen yüzünün ötesinde, daha derinde ve daha temel bir değişiklik olduğuna işaret ediyor olmalıydı.

Resimli Radyo Dergisi bu konularda birçok ipuçu sağlasa da, devrin bir diğer önemli dergisi olan Radyo Haftası'na bakmadan bu gözlemlerin doğruluğu kanıtlanamaz. Benzer bir dergiye bakarak bir çaprazlama işlemine gerek olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle, 1950-1954 yılları arasında 237 sayı olarak yayımlanan devrin diğer önemli dergisi olan Radyo Haftası'nın Eylül-Aralık 1951 dönemindeki sayılarını (70-83 nolu) okumaya çalıştım. Radyo Haftası, gerek içerik, gerekse üslûp bakımından Resimli Radyo'ya benzese de, birkaç önemli noktada ayrışıyor. Öncelikle, çok fazla köşe yazısı yok, daha az polemikçi ve kesinlikle "anaakım" bir magazin dergisi. İşin en güzel tarafı, her sayısında iki sayfalık oldukça kapsamlı, çoğunlukla radyolarda olmakta olanları aktaran bir "Kulağımıza Gelenler" köşesi ve bir de tabii ki "Okur Mektupları" sayfası var. Resimli Radyo'da ayrıldığı bir başka önemli nokta, daha çok Türk musikisinden ("alaturka"dan) haberler veriyor olması. Batı müziği icra eden sanatçıları hemen hiç radarına girmiyor. Bu konularda "tarafsız" olmamasının, bir denge gütmemesinin sağladığı avantaj devrin popüler kültürünü birebir yansıtması olarak belirginleşiyor. Radyo istasyonları konusunda da tarafsız değil, İstanbul Radyosu'nun yayın siyasetini benimsiyor, Ankara Radyosu'ndaki kadroların zayıfladığını açıkça yazabiliyor. Radyoların çok çalkantılı bir dönemde olduğunun tüm ipuçlarını sağlıyor.

Bir an durup neler olduğu üzerine düşünelim. Radyo, Cumhuriyetin en önemli iletişim aracıdır, özellikle tek partili dönemde. İthal ve pahalı bir ürün olduğundan her eve girememiş de olsa kamusal alandaki ortak mekânlarda (Halk Evleri, kahve ve çay bahçeleri, gazinolar vs.) erişilebilmekte, halkın en ucuz eğlence ve haber kaynağı olarak işlev görmektedir. Bu nedenle, kıt kanaat geçinebilebilen bir ülke de olsak radyo konusunda iktisadî kısıtlamalar pek yapılmamış, kadrolar genişleyebilmiş, teknik kapasite artırılmaya çalışılmıştır. Çok partili yeni düzenin iktisadî anlayışı liberal dünyadan devşirildiğinden, ilk yapılacak işlerin başında radyo bütçelerinin azaltılması ama popülerliğinin de kaybolmaması esas alındığını varsayabiliriz.

İlk bakışta "alaturka-alafranga" gibi görünen kavganın arkaplanında böyle bu iktisadî bakışın şekilendirdiği bir bütçeleme modeli ve tabii ki, yeni bir kültür siyaseti (popüler müzikleri temel alan, dolayısıyla şehirli, eğlence temelli bir "alaturka" tercihi) vurgusu olacaktır. Ama henüz suların durulması, yıllar içinde oluşan kadroların yerinden sökülebilmesi için çok erken. O nedenle, radyolar bir kargaşa içinde debelenip duruyor. Cumhuriyetin merkezi sesi olan Ankara Radyosu kadro açısından çok güçlü ama, yeni kültürün başşehri olarak yükselen İstanbul'a sürekli olarak "sanatçı" kaybetmeye başlamış. İstanbul Radyosu ise, bu gelenlere ancak "geçici" kadrolar sunabilmekte, onlara gelişmekte olan eğlence kültürünü ("piyasa") alternatif olarak göstermekte ve bunun karşılığında radyolarda konser verdirerek pazarlama yapmalarına da olanak sağlamayı planlamaktadır. Bunları spekülatif bir şekilde yazdığımı düşünebilirsiniz ama emin olun, dergilerdeki haberleri biraz "kazıyarak" okuduğumuzda tezimizi destekleyen bir manzarayla karşılaşıyoruz.

İşe bu sefer sonundan başlayacağım. Önce, bir bakanlar kurulu kararını temel alan haberi (22 Aralık 1951, Sayı 83, s.16) okuyalım:

Dikkat edilirse, özellikle "alaturka" kadrolarını vuracak bir "tadilat" (yüzde 20 civarında) gelmek üzeredir. Bunun anlamı nedir? Batı Müziği ile meşgul olan "yüksek-kültür" kadrolarına pek dokunulmayacak (özellikle Ankara radyosundaki "klasikçiler" ve "halk müzikçiler") ama "geniş" bir kadroya sahip oldukları anlaşılan "alaturkacılar" için süreli kadrolarda hem kesinti yapılacak hem de yeni alımlar yapılamayacaktır. Aslında, kendini yeni müttefikimiz olan "Batı" dünyasında konumlandıran ve bu propaganda ile iktidar olan bir partinin radyolara ilk tırpan vurma çabasıyla karşı karşıyayız. Popüler kültürle uzlaşan alaturkacılara "piyasa düzeni" (eğlencesi, gazinosu, pavyonu, sazeviyle) işaret edilmektedir. Ağır, eski usûl alaturkaya dahilseniz, evde ("radyoda") kalabilir ama daha çok para diyorsanız, "buyrun, sizi gazinolar bekliyor" denilmektedir. Bu arada, radyolardaki "alaturka" süresi azaltılmamakta, aksine artırılmakta ama sürekli kadrolar küçültülmeye çalışılmaktadır. Böyle bir dünyada, popüler kültürün merkezinde yar alan İstanbul Radyosu'na önemli bir iş düşmektedir. Radyonun yeni müdürü Mesud Cemil, Demokrat Parti'ye yakın olmanın yanısıra bu "vazifeye" ideolojik olarak da hazırdır. İlk işlerden biri olarak mevcut sanatçıların kadrolarını gözden geçirmeye başlar. Dışarıda çalışmak (sahne konserleri gibi) mümkün ama artık çok sıkı izinlere bağlı olacaktır. Tabii ki seçim sanatçılara bırakılır, esas endişe yaşayan dinleyicilerdir. Sevdikleri sanatçıları radyoda dinleyebilecekler mi? Herkesin parası yok, konsere, gazinoya gidemez ki. 70. sayıda çıkan haber şöyle:

Mesud Cemil sanatçılara bir seçenek sunmaya çalışıyor ama eski düzene alışmış olanlar hayatlarında ilk kez "piyasa kapitalizmi" ile tanışıyorlar. Bazıları için sorun yok. Zeki Müren, sürekli kadroda olmak yerine on beş günde bir konser teklifini kabule çoktan razı. Çünkü, hem iyi bir piyasa oyuncusu, hem de vereceği konserin bir pazarlama aracı olduğunun farkında. Küçücük bir başka haber, Mesud Cemil yönetimindeki radyoda benzeri yaklaşımların sadece alaturkacıları değil dışarıda çalışan (çalışabilen) herkesi kapsadığını göstermektedir. Okur mektupları köşesinde verilen bir cevaptan anlıyoruz, bir diğer popüler radyo yıldızı olan Orhan Boran da radyodan ayrılmıştır. Hem de "para azlığı" nedeniyle!

Neyse, odağımız "alaturkacılar" olduğuna göre onlardan devam edelim. Kadro sorunlarının olduğu haber 70. Sayıda yayımlanmıştı. Çok değil üç sayı sonra, 73. Sayıda, bu işin ne kadar meşakkatli olduğunu anlatan bir başka haberle karşılaşıyoruz. Belli ki bir kadroda kalabilmek için bir metin (mukavele) imzalanması gerekmektedir ama daha önceden tahmin ettiğimiz durum ortaya çıkmıştır. "Piyasası olmayan" bazı sanatçılar (hem ses hem de enstrüman icracıları) daha düşük ama sürekli olan maaşa razı olmakta, diğerleri ise henüz sözleşmeye imza atamamaktadırlar.

Kabul eden isimlere bakınca, müzik icrasının yanısıra bir de "eğitmenlik" görevini neden kabul ettiklerini aşağı yukarı sezebiliyoruz. Bu arada, radyonun esas "divasının" Safiye Ayla da olduğunu anlamış oluyoruz. Ona dokunmak, fazladan iş istemek, parasını kesmek asla mümkün değildir. Bence de hakkediyor orası ayrı ama, ortada bir ayrımcılık olduğu da aşikâr.

Bir sayı sonra (Sayı 74, 20 Ekim 1951) Mesud Cemil ile iki sayfalık bir röportaj var. Büyük "ıslahatçı", günümüz diliyle bir "süper kahraman" gibi tanıtılıyor.

Böyle başlığı olan her röportaj gibi pek bir şey söylemeyen, suya tirit bir şekilde devam ediyor. Neyse ki son bölümde durumu özetleyen bir bölümle karşılaşabiliyoruz.

Başvuruların sayısı inanılmaz değil mi? Yayında tekelciliğin doğal bir sonucu bu aslında. Aranızda TRT'nin tek yayıncı olduğu dönemini hatırlayanlar vardır. O zamanlarda TV'nin yanısıra radyo yayınları da vardı, sözünü ettiğimiz dönemde ise sadece iki istasyon var, o da memleketin her yerinden dinlendiği varsayılan (pratikte pek öyle değildi) ve uzun dalgadan yayın yapan Ankara Radyosu ve kullandığı yayın frekansından (orta dalga) ötürü, ancak akşam saatlerinden itibaren yurdun daha çok batı bölgelerinden dinlenilebilen İstanbul Radyosu. Ama dinleyicilerin hangi radyoyu daha çok dinlemek istedikleri belli olmaya başlamış, İstanbul Radyosu. Çünkü, "yüksek kültür"den çok popüler kültüre yaslanan bir yayın siyasetini benimsemiş ve onlara uygun bir format (bazıları canlı yayınlanan on beş günde bir yapılan konserler) oluşturma derdinde. Bu nedenle, çok şişkin olan alaturka kadrosunu birçok kısıt koyarak hafifletmeye çalışıyor ve bu arada, Batı müziği konusunda da boş durmuyor. Boşalan kadrolardan bazılarına "hafif" müziğe kaydırmaya, oradaki "klasikçileri" azaltmaya çalışıyor. Örneğin, 74. sayıdaki küçük bir haberde aynen şöyle yazıyor: "İstanbul Radyosu'nda caz ve tango sanatkârlarının kadroya alınması teklif edilmektedir! Normal ücretle bütün caz ve tango sanatkârları bu teklifi memnuniyetle kabul edecekleri zannedilmektedir". Alıntıdaki "ünlem" işaretini ben koymadım. Yazan da şaşkın vaziyette, üstelik haberin sonunda "zannedilmektedir" diye yorum yapıyor.

Bu yazıda daha çok Radyo Haftası'ndaki İstanbul Radyosu'na dair haberlerden söz ettiğimin farkındayım, haftaya yazacağım devam yazısında İstanbul Radyosu'ndan bir iki örnek verdikten sonra Ankara ve kurulmaya çalışılan İzmir Radyosu'nda neler olduğunu anlatmaya çalışacağım. Fazlasıyla akademik, dolayısıyla biraz "sıkıcı" olabildiğini tahmin ettiğimden bu yazıyı 75. sayıda yayımlanan eğlenceli bir liste ile sonlandırmak istiyorum. Bir okur üşenmemiş, kendince "kuşlar" ile "sesler" arasında bir benzerlik bulmaya çalışmış. Ne de olsa magazin dergisi, saçmalamadan hayatın tadına varılamaz. Haftaya devam yazısında görüşmek üzere…

Yazarın Diğer Yazıları

Kadıköyü'n sokakları, edebî şahsiyetleri

Aslında, Edebiyatın Kadıköyü’nü okurken, bir daha asla yaşanmayacağını bilerek içimizde uyanan, o buruk “nostalji” hissinin nedeni tam da bu. Bu şehrin baş döndüren dinamiğinde insanlar sadece birer “iz”

Bir Hipster’ın izinde: Mehmet Ali Sanlıkol’dan Erkin Koray’a

Yerel müziklerimiz, ezgilerimiz, çalgılarımız, seslerimiz çok zengin ve bin bir çeşit, buna şüphe yok. Ama “zenginlik”, günümüz dünyasında bir “lezzet” meselesi olmaktan öte, bir “sunum” meselesi artık.

Hatırladıkça artan ya da eksilen: Bir Maffy Falay belgeseli

“Maffy’nin Cazı” neredeyse bir “doküdrama” gibi çekilmiş, müzisyenle iyice yakınlaşmış, onun son yıllardaki mahremini aralayan, belki de bu nedenle, insanın içini acıtan bir yaşam belgeseli, bir hayat dersi. Ve sadece bu nedenle bile üstüne düşünmeyi, konuşmayı hak ediyor