08 Şubat 2021

Musiki İnkılabı, parti ve "dergimiz": "Müzik ve Sanat Hareketleri" dergisinden panoramalar (2)

Geçen yazıda "caz"a dair görüşlerini öğrendiğimiz, Erken Dönem Cumhuriyet döneminin, "musiki inkılabı" anlamında, en önemli dergisi ve "ideolojik önderi" olmaya soyunan Müzik ve Sanat Hareketleri'nin çıkış manifestosunu okumaya, kadrolarını tanımaya, ne amaçladıklarını ve en önemlisi, Halk Partisi ile kurmaya çalıştığı ilişkileri anlamlandırmaya çalışacağız

Geçen yazıda, Kadro Dergisi benzer bir tavırla yayımlanmaya başlayan Müzik ve Sanat Hareketleri dergisi (MSH) ile, caza (batıdan gelen "alafranga popüler müziklere") dair fikirleri çerçevesinde tanışmıştık.

Caza ("alafranga"ya) gösterilen sert tepkinin tesadüfî olmadığını, bunun yanı sıra, tepkilerin, skalanın diğer olan "alaturka" müziklere de yapıldığını bilmek zorundayız. Aslında mesele oldukça karışık ve özünde müziğe da dair değildir. "Gecikmiş" bir modernleşme anlayışı ile müzik dahil "ulusal" bir kültür oluşturma arayışında olan genç bir devletin çabalarını bir arada düşünmek tabii ki anlaşılır bir şeydir. Ama yapılanların birçok doğrusu olduğu gibi, birçok eksiği ve yanlışı da olacaktır. "Musiki İnkılabı" ve bu çerçevede gündeme gelen uygulamalara da böyle bakmak gerekiyor; örneğin, inkılabın en önemli hamlelerinden biri radyo yayınlarındaki alaturka yasağıdır. Mustafa Kemal, 1 Kasım 1934 tarihinde yaptığı meclisin açılışı konuşmasında "alaturka"ya dair görüşlerini tekrar hatırlatmış ve bundan "etkilenen" (bazılarına göre "durumdan vazife çıkaran") devrin İçişleri bakanı Şükrü Kaya tarafından bir bakanlık genelgesiyle yasak başlamıştır. Bu konuda yeterince yayın olduğu için detayına girmeyeceğim ama MSH dergisini anlama bakımından, Kasım 1934'te yayımlanan üçüncü sayısına bakabiliriz. Önce haber.

"İlk tesir" bölümünde genel kamuoyu algısını (tabii ki, sokaktaki insanların bu işi nasıl karşıladığını bilmiyoruz, çünkü gazetelerde böyle haberler yok, olamıyor. Yine de, daha sonradan yayımlanan döneme dair anılardan, bazı edebî eserlerden bu işin pek de sevilerek karşılanmadığını anlıyoruz. Aslında, haberin alt-başlığındaki "şarkı, gazel devrinin sonu" ibaresi durumun özeti gibi. Belli ki bir "rahatlama" hissi oluşmuş ve yine sanılıyor ki, bu müzikler erişilmez, işitilemez olunca unutulacak. Bildik, siyasetin sosyolojiye öncelendiği bir durum ve neticesi, sosyolojinin galebe çalması olacak. Neyse, derginin bu habere dair yorumunu okuyalım. Yorum, bir "aksiyon-planı" içerdiğinden, aslında derginin kendisine biçtiği "misyonu" da tarif ediyor.

İlk baştaki, "önüne gelenin" nota neşriyatı yaptığına dair bölüme özellikle dikkat çekmek isterim. Bir önceki yazıda da işaret ettiğim için, devrin bir başka önemli dergisi Mildan Niyazi tarafından yayımlanan Nota'dır. Etliye sütlüye asla karışmayan, sadece devrin popüler alaturka şarkılarını notalarını basan bu derginin müzisyenler arasında rağbet görmesi bile MSH için yeterli bir rahatsızlık kaynağıdır. Bu nedenle, alıntıdaki ilk paragrafın sonunda dolaylı bir dille Nota dergisinin kapanması gerektiği ima edildiği gibi, artık kendisine kısaca "Müzik" diyen MSH dergisinin "ezeli hevesinin" de ne olduğu ortaya çıkıyor. Yeni bir "kadronun", önderin işaretini gerçekleştirecek kadroların dergisi. Bu arada son paragrafta, konservatuvarlarda okuyanlara, mezunlara dergiyi takip etmelerinin onlara yeni iş olanakları sağlayacağı "muştusu" da verilmektedir.

Nota dergisine dair bir makalem olduğu için iyi biliyorum (meraklısı için: Toplumbilim Dergisi, Mart 1999, Sayı 9), Nota da bir süre sonra kapanacak, Mildan Niyazi bir daha böyle bir işe asla kalkışmayacaktır. Tabii ki akla şu gelebilir, o paragrafta kastedilenin Nota olduğu ne malûm? Haklı bir soru, bunu anlamak için MSH'nin ilk sayısına, dergi çıkarken yayımlamam "Dileğimiz" başlıklı çıkış manifestosuna bakmamız lâzım. Öncelikle bu uzun yazının birçok açıdan ilginç olduğunun altını çizmem gerekiyor. Örneğin, "Maarif Vekaleti Neşriyat Müdürlüğüne Açık Mektup" olarak yazılmış. Neden "neşriyat müdürlüğü"? Çünkü, manifestonun ilk bölümünde neler yapabileceklerini söyledikten sonra, ayakta kalabilmek için doğrudan bir devlet yardımına ihtiyaç duyduklarını yazıyorlar. Okuyalım.

Burada önemli olan, Halkevleri'nin dergiye vereceği destek, yani abone olunmasıdır. Halkevleri deyip geçmeyelim, hem yurdun çeşitli yerlerinde ve büyük şehirlerin farklı bölgelerinde ciddî bir teşkilatlanması var, hem de müziğe dair birçok faaliyet (kurs, koro, konser vb.) bizzat Halkevleri eliyle yürütülmektedir. Şimdi tekrar manifestoya ve yukarda dikkatini çektiğim Nota dergisi aleyhtarlığı meselesine dönelim. Nota, yaptığı çok basit bir faaliyetten (popüler şarkıların notalarını yayımlamak gibi) ötürü şimşekleri üzerine çekmektedir. Bunda ne var demememiz gerekiyor, notalar elde oldu mu, örneğin bir pavyonda şarkı söyleyen bir solist için o şarkıyı söylemek çok daha kolay bir hâle gelir. Batı müzik tarihini bilenler, feodalitenin ertesinde, Rönesans döneminden itibaren nota basımı ve satışı yoluyla müzisyenlerin nasıl "bağımsız" hâle gelebildiklerini, bir haminin desteğinden kurtulabildiklerini iyi bilirler. Ayakta ya da hayatta kalabilmek, özellikle alaturka müzisyenler için çok daha zordur, mecburen müziklerini "ticarileştirmek" daha doğrusu "popüler müzik" ile eşleştirmek zorunda kalmışlardır. Bu minvalde, özelikle tekke kökenli "hafızlara" (sonradan Sadettin Kaynak olarak bileceğimiz Hafız Sadettin gibi) dikkat çekmek isterim. MSH'nin giriş yazısında, kendisi ile daha önceden ve o anda yayımlanan müzik dergileri karşılaştırılırken, söz sonunda o anda yayın hayatında olan diğer rakip dergiye, yani Nota'ya gelir. Şunu okuruz.

Nota'nın sevildiği bellidir ama yanlış yoldadır, "kalabalık bir zümrenin gönlünü hoş tutmak" için "piyasacılık" yapmaktadır. Ne yazık ki "halk", dergiyi alarak ona yardım etmektedir. Borada "tehditkâr" bir cümle belirir. "Halkın yardımları azalmazsa, bu mecmua, kısa fasılalarla göstereceği bir iki istihale hamlesiyle büsbütün değişebilir, buna ihtiyaç vardır". Neye ihtiyaç varmış? Bir istihale hamlesine! Bu tozlu sözcüğün günümüz Türkçesindeki karşılığı, bir hâlden başka bir hâle geçmek, metamorfoz, ya da başkalaşımdır. Yazıdaki anlamı ise, kirden, pislikten arındırmaktır. Çünkü, bir fıkıh terimi olarak, dinen pis (necis) bir maddenin dönüştükten sonra temiz (tâhir) olması anlamı da vardır bu sözcüğün. Aslında 7. Maddede kendi misyonlarını da tarif ediyorlar ama pek de açık değil. Misyon, yazının biraz sonraki bölümünde iyice netleşiyor. Amaç, Halk Partisi ideolojisinin musiki inkılabındaki uygulayıcısı olan Maarif bakanlığı ile organik bir ilişkiye girmektir.

"Bir yüzlü" kalmak ilginç bir metafor, parasızlık nedeniyle ("batıp kapanmaktan" bahsedildiğine göre) yüzlerin "çoğullaşması" acaba neye işaret etmektedir, onu bilemiyoruz ama derginin dokuzuncu ayısındaki (Mayıs 1935) bir alıntı ile işlerin yoluna girdiğini anlıyoruz. Okuyalım.

Yalan değil, gerçekten de "biricik" bir dergi olarak kalmış, Nota kapanmış ve MSH 104 Halkevi tarafından abone olunarak satın alınmaya başlanmıştır. Aslında hakkını da yememek lâzım, Parti ile Dergi arasındaki doğrudan fikrî alışveriş, en azından dergideki haber içeriklerinde kapsamlı olarak gözlemlenebilmektedir. Nasıl olmasın, derginin kurucusu ve baş editörü olan Mahmut Ragıp Gazimihal ve derginin kadrosundan birçok yazar bizzat musiki inkılabının aksiyon planlarını uygulayacak komisyonun (Büyük Musiki Komisyonu) üyeleridir. Önce onları bir tanıyalım.

Ne çarpıcı isimler değil mi? Bu çok önemli isimlerin müthiş bir aksiyon planı tasarladıklarını düşünebilirsiniz tabii ki ve çok şanslıyız ki, raporun detayını, planlananları MSH dergisinde okuyabiliyoruz. İlk elde, yapılması gereken onbir madde tespit etmişler. Hiçbirini yorumlamak niyetinde değilim, öncelikle okumanızı ve üzerine düşünmenizi öneririm.

Ne diyeyim? Size sahiden gerçekçi geliyor mu bu maddelerden bazıları? Örneğin, "aile muhiti için şarkılar" da ne ola? Ya da, radyo neşriyatının musiki "terbiyesi" bakımından da kontrolü! Bu, isminde "devrim" (inkılap) olan bir hareketin tuhaf ve çok muhafazakâr tavrı, size de ilginç gelmiyor mu? Popüler olandan nefret, tabii ki işin en acı ve sosyolojiden bîhaber hâli. Operetler, yani "hafif", halkın sevdiği, operaya benzer ama onun "poplaşmış" formunun da "ahlâk ve tiyatro" bakımından kontrolü! Şimdi size bir yazı okutmak istiyorum, çünkü durumdan ne kadar bîhaber olunduğunun (ya da popüler olandan nefretin) kanıtı gibi bir yazı. Şu anda bile popüler olan, Cumhuriyet döneminin en önemli opereti olan Lüküs Hayat'a dair bir yazı ki musiki inkılabın neden başarısız olacağının tüm ipuçlarını içeriyor.

Başından sonuna, "eğlence kültürünün" ne olduğunu anlayamayan, dahası elden gelinse, eğlenmeyi yasaklatmayı bile düşünen bir zihnin eseri olarak kaleme alınmış. İnkılap tiyatrosundan söz ederken acaba akılda nasıl bir operet var? Bence yazının en semptomatik yanı, müziğine dair değerlendirmede saklı: "Müzikası incesaz tangosuyla Avrupa cazı arasında bocalayan melez ve kâh şirin, kâh soğuk bir nevadan ibarettir." Geçen yazıda da işaret ettiğim Tangoyu bir "incesaz" olarak okuma, buna karşı Cazı bir "kabasaz" olarak anlama gayretinin oluşturduğu tuhaf bir aklın asla anlayamayacağı bir müzik okuması. Belli ki, bazen beğeniyor ("kâh şirin" derken) ama bunu bir türlü itiraf edemiyor, "taklit" deyip geçiyor. İyi de, bu ülkede bir operet geleneği mi vardı? Üstelik, sınıf ilişkilerini fâş eden karakter ve diyaloglarıyla (hani "imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleydik?" sorusunu kolayca akla düşüren) sosyal konulara dokunan, müziğiyle hâlen kalpleri çalan bir operetten söz ediyoruz. Her şeyden öte, bestecisi Cemal Reşit Rey'den söz ediyoruz! Cemal Reşit, Ankara'nın aklından ve gönlünden çoktan düşmüş bir İstanbul bestecisidir artık, bu hoyrat eleştiri yazısından bunu da anlıyoruz. Artık, derginin kadrosuna ve yazarlarına bakmanın vakti gelmiştir herhâlde. Bu isimlerden bazıları da zamanla Ankara'nın gönlünden düşecektir ama Erken Cumhuriyet biraz da böyle bir tarihtir. "Heveskârlar", "aradan sıyrılanlar" ve "gönlü kırıklar". İlk sayıda, yazarların kim olduğuna dair kısım şöyle anlatılmış.

Bu etkileyici listedeki kişilerin hepsinin aynı minvalde düşündüğünü söylemek tabii ki mümkün değildir. Ama amaç bellidir, musiki inkılabının kadrosu olarak yola koyulmak, onu şekillendirebilmek. Aslında, bu konuda önemli katkılar verdiklerini söylememek de ciddi bir yanılgı olabilir. Çünkü, buradaki isimlerden birçoğu daha sonraki yıllarda önemli görevlere gelecektir. Görebildiğim kadarıyla, bu kadronun en önemli çabası radyo yayınlarını önemsemek ve inkılabın itici gücü olarak radyoyu kullanmaya çalışmaktır. Biraz da Göring'in propaganda bakanı olduğu devrin Almanya'sından ilham alan bu anlayışın, dinleyiciyi "pasif", sadece verileni alan ve kabul eden bir kitle olarak görmesi, neticede ağır bir yanılgıya neden olacaksa da, radyo mecrası dergi için her daim önemli olacaktır. Örneğin, radyonun işlevine dair şu yazı oldukça tipiktir:

Yapılmadı da denemez böyle programlar, yararsız olduklarını söylemek de mümkün değildir, ama ziraatta işe yarayan radyonun, müzik zevkini de şekillendirdiği asla söylenemez. Sanırım yeterince bir fikir sahibi olduk bu dergi hakkında, yazıyı sonlandırırken bir iki öne çıkan haberi de aktarmadan olmaz. MSH dergisinin müzik tarihi çalışanlar için olmazsa olmaz bir kaynak olduğunun tekrar altını çizerek bu haberleri de hatırlatmak isterim. İlk olarak dergiden iki farklı Hindemith haberini (farklı sayılarda ve ilkinde Hindemith'ten de bahseden) yan yana koyalım.

İlginç bir şekilde ilk haberde, olaylar "olması gerektiği" ("o da Yahudi kızla evlenmeseymiş!" dercesine) gibi, anlamsız bir "tarafsızlıkla" aktarılırken, ikinci haberde, Almanya'dan atılmasına neden olduğu söylenen eşinden sadece "refikaları" olarak söz edilmekte, genç besteci ise övülmektedir. Bundan ne çıkaracağınıza bir zahmet siz karar verin.

İkinci haber, Adnan Saygun'un Ankara'ya, Riyaseti Cumhur Orkestrasına "şef" olarak atanması ilişkin olacak. Önce okuyalım:

Derginin yazar kadrosundan da olan Ahmet Adnan'ın bu önemli orkestraya şef olarak atanmasının ne yanlış olduğunu, ne de yazının bunu övmesini eleştirebiliriz. Yine de, bestecisi Cemal Reşit olan Lüküs Hayat'a ilişkin yazıdaki acımasız üslûp ile bu yazının "şefkatli" dili arasındaki farka dikkat çekmeden de yapamıyorum. SMH Dergisinin bir "kadro hareketi" olmaya heveslenmelerini tabii ki anlıyorum ama, aynı zamanda "kutuplaştırıcı" olmaları sahiden gerekiyor muydu? Türkiye kültür tarihi, "kutuplaştırma refleksi" diyebileceğimiz bu eğilimin asla yok olmadığını sürekli olarak bize hatırlatıyor.

Yazarın Diğer Yazıları

Kadıköyü'n sokakları, edebî şahsiyetleri

Aslında, Edebiyatın Kadıköyü’nü okurken, bir daha asla yaşanmayacağını bilerek içimizde uyanan, o buruk “nostalji” hissinin nedeni tam da bu. Bu şehrin baş döndüren dinamiğinde insanlar sadece birer “iz”

Bir Hipster’ın izinde: Mehmet Ali Sanlıkol’dan Erkin Koray’a

Yerel müziklerimiz, ezgilerimiz, çalgılarımız, seslerimiz çok zengin ve bin bir çeşit, buna şüphe yok. Ama “zenginlik”, günümüz dünyasında bir “lezzet” meselesi olmaktan öte, bir “sunum” meselesi artık.

Hatırladıkça artan ya da eksilen: Bir Maffy Falay belgeseli

“Maffy’nin Cazı” neredeyse bir “doküdrama” gibi çekilmiş, müzisyenle iyice yakınlaşmış, onun son yıllardaki mahremini aralayan, belki de bu nedenle, insanın içini acıtan bir yaşam belgeseli, bir hayat dersi. Ve sadece bu nedenle bile üstüne düşünmeyi, konuşmayı hak ediyor