(İflası, ülkemize ve çoğu gencecik canlarımıza mâl olmuş bir şeytan çıkarma ayininin yeniden önümüze sürülmekte olduğunu görüp, bugünkü yazımı erkene çekmiştim. Bu yazıyı “Kürsü Masuniyeti Yetmez”in acıklı eki olarak da okuyabilirsiniz.)
Anayasa Madde 9: Yargı yetkisi Türk milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır.
Anayasa Madde 138:Hâkimler, görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdanî kanaatlerine göre hüküm verirler. Hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz. –abç- (...) Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez.
Anayasa Madde 140: (...) Hâkimler ve savcılar idarî –abç- görevleri yönünden Adalet Bakanlığına bağlıdırlar. (...)
Şu, sabık olmasına az kaldığını zannettiğimiz 1982 Anayasası’ndan bu maddeler.
Yoksa 12 Eylül Referandumu’nda biz fark etmeden bu maddeler de ıskat mı edildi?
Acaba TBMM Anayasa Komisyonu, taslak çalışmasında bu maddeleri değiştirdi ve bir yanlışlık sonucu, taslak kazaen yürürlüğe mi konuldu?
Türkiye Hükümeti’nin (Yürütme’nin) başkanı olan Başbakan, anayasal dayanağı olmayan şu sözleri söyleyebilir mi bunlardan bir tanesi olmasa:
“Yargıya zaten gerekenleri söyledik, yargı da gereğini yapıyor, biz de parlamentoda gereği neyse onu yapacağız.”
Türkiye Hükümeti Başbakanı, hangi yargıya ne söyledi?
Hâmiş: Orada bir durun bakalım
Ben, dün ne yaptıysam bugün de onu yapıyorum. Bilen bilir, bilmeyen, şayet istiyorsa “googlelar”. Dün de savaş karşıtıydım bugün de öyleyim.
Böyle fuzûli bir izahata ihtiyaç duyuran bir yazı okudum. 5 Eylül tarihli Yeni Şafak’ta Hilal Kaplan imzasıyla çıkan “Suriyeli mültecilere uzanan, ırkçılığın elleridir” üst başlıklı yazısında yazar şöyle demiş:
“Kendisini devrimci olarak tanımlayan Orhan Alkaya’yı dinliyorum. Barışa Çığlık adı altında Esed rejimine güç katan organizasyonlarını anlatıyor. Ve Suriyeli olsaydı, sürgünde bir muhalif olacağını ama rejim karşıtı hareket ortaya çıktığı andan itibaren ülkesine geri dönüp Esed’in güçlerine katılarak ‘ülkesini savunacağını’ ballandıra ballandıra anlatıyor.”
Kaplan, Orhan Alkaya’yı nerede dinliyor? Bir ahbaplıkları var da oturup dertleşirken mi söylemiş bunları? Bir kahvede yan masadan kulak mı kabartmış?
Mahreç belirtme alışkanlığı bulunmayanlardan değil oysa Kaplan. “Cici solcu” olarak karşıma koyduğu bizim Doğan’ın (Tarkan) yazısına link vermiş.
Benimkindeyse, bırakın link vermeyi, konuşmanın yapıldığı televizyon kanalının ismini bile lütfedip yazmamış.
Komünist dersiniz, liberal dersiniz, BAAS’çı dersiniz, hümanist dersiniz, devrimci dersiniz, tatlı su sosyalisti, salon komünisti dersiniz, hain dersiniz, kahraman dersiniz... dersiniz de dersiniz ve bunu sorun etmem.
Hepsine alıştım ama yalana alışamadım, bir de ahmaklığa...
Açıkçası, Hilal Kaplan’ın ahmak olduğunu düşünmüyorum. Yalanı tercih ettiği kanaatindeyim. Hangisi daha kötü, bu ayrı.
Kendimi devrimci olarak tanımlamıyorum, çünkü bir devrimcinin işi devrim yapmaktır.
Haylidir, kangrenleşmiş meselelere çözümleyici katkılar sunmaya çalışan, kısmî bir yatışma sağlandığında kendi işlerine dönen insanlardan biriyim. Bir sıfat da burada çıkar karşıma: Aydın.
“... rejim karşıtı hareket ortaya çıktığı andan itibaren” mi demişim? Hayır!
“Esed’in güçlerine katılarak” mı demişim. Yok, sizin gibi yazarlara tahammül etmekte zorlanıyorum Hilal Kaplan.
28 Ağustos akşamı, CNN Türk’te Aykırı Sorular programına katıldım. CNN’in sitesinde, YouTube’da ve başka birçok sitede bu yayını başından sonuna kadar izleyebilirsiniz. Keza konuşmanın deşifrasyonu da pek çok internet sitesinde, blogunda duruyor.
Bu vesileyle gazeteciler.com sitesinin zarif “alkışlar”ına teşekkür ederek, o bölümde ne söylediğimi aktarmak zorunda kalayım:
“Hayatı boyunca otokrasiye karşı çıkmış ve bugün de kendi ülkesinde otokrasiye karşı çıkan birinin, otokrat bir rejime destek vermesi söz konusu olabilir mi? Ama 'Kırk katır mı, kırk satır mı?' dememeli kimse. Şu anda Irak’ta neler yaşandığını bilen bizler bir milyon insanın ölümüyle, bir darmadağınık oluşla, Asur Medeniyetinin yok edilişi, yağmalanışıyla sonuçlanan bir işgalden bahsediyoruz. Sonucunu gördük, Afganistan’ı gören bizler, en son Libya’yı gören bizler, Suriye’deki olası sonucu kestiremeyecek durumda değiliz. O yüzden bir tercih yapmak zorunda kalsam; ben bir Suriyeli olsaydım, şu anda sürgünde yaşayan bir Suriyeli olurdum, rejim muhalifi olduğum için. Ama ülkemi korumak için geri dönerdim ve Özgür Suriye Ordusu’na dönmezdim elbette."
Yaptığınız, hafifinden ayıptır.
Madem konu üzerine yazıyorsunuz, biraz Suriye dersi çalışın. Suriye’nin, Esad’ın ordusu ve Özgür Suriye Ordusu olarak iki kampa ayrılmadığını, zengin bir gri bölgeyi de barındırdığını görün.
Suriye Ulusal Sosyal Partisi lideri Ali Haydar’ın açıkladığı dört maddelik talepleri içeren ortak metni desteklerdim belki, ne dersiniz?
Bu kadar önyargılı olmasaydınız, “müzakere” isteyen o geniş gri bölgede yer alacağımı tahmin etmeniz çok kolaydı.
O konuşmada, Türkiye’nin mülteciler hukunun bir Yönetmelik ile sınırlı olduğunu, 1951 konvansiyonuna koyulan coğrafî şerh yüzünden Bulgaristan, Irak, Bosna göç hareketlerinde de büyük sıkıntılar yaşandığını vb. anlattığım bölümleri de, madem dinlediniz bir kez daha seyredin.
Aşağıya, alıntı yaptığım linki de ekliyorum, araştırma yapmayı zahmetli bulanlar bir “tık”la görebisin diye…
http://www.gazeteciler.com/alkis/alkislar-orhan-alkaya-icin-55552h.html