12 Haziran 2011 seçimleri sonrasında, liderleri ağzından “ustalık” dönemini ilan eden AKP tek parti hükümetinin, ustalık yerine acemilik heyecanları içeren dış politika hamleleri, Türkiye’yi, Musa Kart’ın kendi oyun yumağında düğümlenmiş kedisine benzer bir çıkmaza soktu.
Köklü devlet geleneğine sahip Irak, Birleşmiş Amerikan Milletleri (BAM) tarafından istila edildi, kültürel tarihi yağmalandı, yok edildi... Bir milyondan fazla insan ve sistematik biçimde entelektüeller öldürüldü. Bir Pirus zaferiydi 2003 istilası.
God Amerika’ya böyle bir zafer daha vermez inşallah.
Bugün, operasyonel gücünün büyük bölümünü Irak’ta kilitleyen ve yeni bir istila savaşına mecali kalmayan ABD, tıpkı Roma İmparatorluğu benzeri, bir “çöl anaforu”ndan kurtulmanın biçare hesaplarını yapıyor.
Irak’ta Ur’dan, Asur’dan kalan uygarlık izleri silinirken, bir Şii devleti ve bir Kürt devleti şekillendi. 1991 Körfez kuşatmasında Irak’tan fiilen kopartılan 36. paralelin kuzeyi ve 32. Paralelin güneyi yani Güney Kürdistan, bir devlet olmanın altyapısını uzun süredir hazırlamıştı.
Şimdi, köklü devlet geleneğine sahip bir diğer bölge ülkesi, açık işgali göze alamayan BAM tarafından içsavaşa sürüklendirildi. Bir yanda Sünni müslümanlar, diğer yanda Arap Alevileri, Süryani, Keldani, Asuri Hristiyanlar, selefizme karşı çıkan laik Sünniler, üçüncü yanda ise Suriye Kürtleri ya da Batı Kürdistan...
Kendi toprak sınırları içerisinde, Kürt nüfusuyla “düşük yoğunluklu çatışma” sürdüren, Kürt sivil toplum temsilcilerini, seçilmiş yöneticilerini, milletvekillerini, aydınlarını tutuklayıp, hakim karşısına çıkarmadan uzun tutukluluk süreleriyle armağanlandıran, âdeta “dağa çıkın” mesajı veren bir iktidar erkimiz var.
Ucuz söylem klişelerine başvuracak olanlara karnımız tok. Bu ülkeyi, Türkiye idealini bölünmeye sürükleyen de onlardır. Biz, ilk günden bu yana birlikte yaşama projelerini önerdik.
Ne ormanları, dağları biz yaktık ne bölgenin en önemli geçim kaynağı olan hayvancılığın köküne kibrit suyunu biz ektik. Binlerce köy ve mezrayı yakıp milyonlarca insanı “dolayısıyla” tehcir eden biz olmadığımız gibi, handiyse otuz senedir tankıyla, topuyla, insanlı insansız uçağıyla bölgeyi hallaç pamuğu gibi atan da biz değiliz.
Türkiye Alevileri ile aşağılama içeren bir dil ve üslûpla konuşup, milyonlarca insanın sahip olduğu inanışı ikincilleştiren Sünni mutlakiyetçiliğinin ve selefizmin temsilcileri için de ülke sınırları içerisinde problemli bir geniş saha olduğu açıktır.
Alevi Çalıştayı kadar şık olmuyor belki, bir halkın inanışını benimsemek.
İki haneli matematik hesaplarının altından kalkmak nasıl keyif verir ilkokul ikinci sınıf talebesine. On altı, otuz iki haneli denklemleri çözebilme yetisine de ABZ deniyor. AMK gibi değil. O post sportium ve olsa olsa ODTÜ’lülerin Güven Özveri Tecrübe ile ifade ettikleri özsavunmalarıyla karşılaştırılır ve yer yeksân olur.
ABZ... Akıl Bilgi Zekâ...
Kısaca...BAM adına konuştuğunu zanneden... Suriye yönetimi ile diplomasi tarihinde ancak özel bir başlık altında yer alan bir “devlet dili” ile konuşmayı seçen... saldırgan, tehditkâr parti meclis grubu konuşmalarıyla, neredeyse Beşşar Esad’ı ve Baas Partisi’ni kendi iç muhalefeti ilan eden Başbakan’ın AKP hükümeti “yolun sonu”na gelirken Türkiye idealini de peşi sıra sürüklüyor.
Nedir bu Türkiye ideali?
Türkiye ideali Birinci Meclis’tir, 1921 Anayasası’dır, Müdafaa-i Hukuk’tur, Amasya Tamimi’dir, Erzurum Kongresi’dir, İstiklal Harbi’dir...
Türkiye ideali, laisizmi ve demokrasiyi –lafzen de olsa- ilan eden ilk Müslüman yoğun nüfuslu ülkenin gelecek ufkudur...
Türkiye ideali kibirle örselenmiş bir harikulâdelikler deneyimidir. Köy Enstitüleri’dir, Halkevleri’dir. Onları alt eden kibirin ceremesidir.
Bu ideal, evet, hiçbir zaman mümkün olmadı ama olabilme ihtimalini de hep korudu.
Türkiye ideali, bu idealin kurucu unsuru olan Türkiye Kürtleri için de Türkiye Alevileri için de daima en üst düzeyde korundu, gözetildi.
İttihatçı serseriliğin -yanlış kavradığı ulus devlet hedefi uğruna- işlediği soykırım suçu ile kaybettiğimiz Ermeni yoğun nüfusu... Birinci Mübadele, 6-7 Eylül, 1964 ve 1974 Kıbrıs krizleriyle kaybettiğimiz Rum yoğun nüfusu... Varlık Vergisiyle kaybettiğimiz Yahudi yoğunluğu dahil azınlık zenginliğini ne acı ki anamıyorum bile.
Ama bugün, Türkiye Kürtlerini ve son süreçte Türkiyeli Arap Alevileri ruhsal kopuşa sürükleyen iktidar erki jargonunu, artık endişeyle izleyemiyorum. Başbakan’ın AKP hükümeti, endişeye mahal bırakmayacak bir kararlılık serdediyor çünkü.
Bu “tutmayın ulan beni” cesareti/pervasızlığı ile dış politikada nerelere savrulabileceğimizi görebiliyorum.
Türkiye, bölgenin “lepton”u olmaya soyunurken, etrafındaki çekim güçlerinin ayırdına varamayan çok çocuklu bir “kuvark” cumhuriyeti olmaya sürükleniyor.
Bir tarihte “Türkiye hâlâ mümkün” demiş, bu sözü bir kitabıma isim olarak memur etmiştim. Şunları yazmışım orada:
“Salakça ayrıntılara boğulup, en yakınımızdakini boğazlamak yerine, ülkemizi boğazlayacak bir sürecin önüne geçmeliyiz.
Bu yol, bir Türkiye projesini mümkün kılmaktan geçer. Bu da, dedikoduyla beslenmiş hükümranlık alanları yaratma çabasından daha büyük çaba ister.
Petka ister.
Türkiye bugün, muhalefeti cazip kılacak bir katastrofi içinde debeleniyor.
Yani, ufku iktidara endekslenmiş muhalefet imleriyle sınırlı herkes için, geniş bir alan açılmış durumda.
Şimdi, hayalini kurduğumuz yaşama tarzını mümkün kılmak için davranmanın tam zamanı.
Şimdi muhalefet kabızlığından kurucu proje sahipliğine sıçramanın tam zamanı.
Çünkü, Türkiye hâlâ mümkün.
Biz tam rolümüzün adamı mıyız?
O başka.”
AKP bir “mağdurlar mitolojisi”. Az zamanda çok ve büyük işler ve tahribatlar yarattı.
Artık onları kutlamak ve uğurlamak zamanı.
Yoksa?
Yoksa yoktur.