Konservatuvarda yatılı okuduğu yıllarda, sabah üçte yataktan kalkıp, yedi buçuğa kadar boş sahnede çalışırmış. Öğrenciliğini de katarsak, altmış küsur senelik tiyatro hayatını, bir tiyatro dersi olarak okumak mümkündür...
Muhsin Ertuğrul’un 1958’de –ikinci kere- Devlet Tiyatroları’ndan uzaklaştırılmasının ardından, 1959’da, bir başka sahne dehası olan ablasıyla birlikte Ankara’dan İstanbul’a göçen, yemeyip içmeyip, dünyalık peşinde koşmayıp bir tiyatro binası yaptıran ve 1961’den bu yana aralıksız perde açan bir özel tiyatroyu arkadaşlarıyla birlikte vareden bu sahne devi, Stanislavski okulunun dünya üzerindeki en büyük oyuncularından Müşfik Kenter’i…
Müşfik Abi derken, terfi edip “Aga” demeyi başardığım nadir hayranlığımı da uğurluyoruz şimdi.
Öyle üst üste geldi ki; bir ara can kardeşimin evinde kamufle olduğum sıralar, bir iç muhasebeden geçirmiştim kendimi. Az evvelinde, Sıkıyönetim Komutanlığı marifetiyle kovulduğum İstanbul Şehir Tiyatrosu’ndan ve oyunculuktan âzade bir esnada, -şimdi ne yapmalıyım, sorusunun peşine düşmüştüm.
Kendimi eleştirebilme yeteneğim, etrafımda ne varsa hepsini eleştirme konusundaki yatkınlığımdan gelir. İyice ve önlü arkalı sorgulayıp vardığım yer şu idi: Klaus Maria Brandauer ve özellikle Müşfik Kenter kadar iyi bir oyuncu olabilir miyim?
Müşfik Abi’den efsane tadında öğrendiğimiz ve zaman içerisinde, Aga’nın med ve cezir hallerinde tekraren izleyerek edindiğimiz temel bilgi, çalışmak, daha çok çalışmak, gene çalışmak idi.
En fazla da, zaten bir kurmaca olan oyunculuğa, ikinci bir kurmacayı, “rol”ü eklememek. Özetle sahnede zaten eşsiz olan bir insandan doğacak kurmacanın sahiciliğini bulmak…
Hepsine eyvallah, rejisörlüğüm de oyunculuğum da bu şiardan ilham alarak bir yere geldi, gelebildiyse…
Hepsine eyvallah, en sonuna kadar hatta, ölümüne çalışmak için bu zamanda bulunuyordum ama gene de gözüm kesmedi.
Ruhi Su’nun, benim kaynar çayı ağzına kadar dolu bardakta bir lokmada içen Ruhi Amcam’ın, olur olmaz bir zamanda, üstelik o kamufle olduğum can kardeşimin evinden bir yerlere birlikte giderken söylediği bir söz vardı.
Dönüp kocaman gözlerini neredeyse renkli camlı gözlüğünün üzerine çıkartarak, “Orhan, ne olursan ol ama birinci ol,” demişti Ruhi Amcam.
O sıra handiyse çocukluğumdan bu tarafa kahramanım olan Müşfik Abi’nin sahneleri aktı gözümün önünden. Daha Marlon Brando ile yarışacak Stanley Kowalski’sini bile izlememiştim üstelik.
Bir yanımda Klaus Maria öte tarafımda Müşfik Abi…
Can kardeşimin evinde, yan odamızda mûkim ve biribirine deli gibi aşık doksanlarındaki babaanne ve dedenin mırıltılarına kulak vererek bir ruh detoksu yapmıştım.
Vardığım yer, hayatımın sonrasını şekillendirdi. Edebiyata devam etmeye karar verdim, özellikle şiire. Mikro-siyasetten uzaklaşmamaya karar verdim. Rejisörlük yapmaya da karar verdim ve oyunculuğu terk ettim.
Nasıl bir oyuncuydum? O sıra kendimi tartabilecek kadar donanımlı değildim belki ama bir Klaus Maria, bir Müşfik Abi olamayacağımı görecek kadar da ferasetliydim.
Öyle üst üste geldi ki, bir Alevî ailesinin ruhsal arındırma becerisini değerlendirebildiğim can arkadaşımın annesi, anne yarım Rukiye Teyzem’in ölüm haberiyle Müşfik Abi’ninki peşi sıra geldi.
Kamçı misali italik gelen kuzeyli bir yağmurun yüzde kırılmasına benzer bir insan olma hâli bu, işte…
Yarın, yani Aga’yı yeni merhalesine uğurlarken, Kadriye’den ve Yıldız Hanım’dan bir ricada bulunacağım. Büyüsünden hâlâ uzak kalamadığım “Savunma” oyununu Aga’nın hatırasına yeniden yapmak için icazetlerini isteyeceğim.
Seksenlerin başlarında, Müşfik Abi bu oyunu ilk oynadığında, o ara karaladıklarımı basan Ercan Arıklı’nın Nokta dergisinde bir yazı da yazmıştım. Tadımlık kabîlinden bir bakın isterseniz.
'Onur'un savunması
“Savunma”, Irving Stone’un “Clarence Darrow for defense” adlı romanından David Rintels’in uyarladığı tek kişilik bir oyun. 67 yaşındaki ceza avukatı Darrow’un, çocukluğundan başlayarak giriştiği “bellek dökümü”, her yerde, her zaman geçerli olan bir insanlık durumunun altını çiziyor; insanın temel yaşama hakkına karşı girişilen saldırılar ve “onur”un savunması...
1886 Şikago grevinden başlayarak, önemli toplumsal olaylarda “ezilenler”in safında yer alan, yüz iki kişiyi ipten döndüren, yalnız iktidar edenlere değil, kendisinin “kahramanlaştırılma”sına da ayak direyen bu inatçı avukatın hikâyesini ilk kez, 12 Eylül hukukunun en azgın günlerinde sahneye çıkarmıştı Müşfik Kenter.
“Nefretin ve kıyıcılığın insanların yüreklerini denetlemeyeceği bir zamanın geleceğini iddia ediyorum,” diyen Clarence Darrow, Türkiyeli aydınların, özgür düşünceye, insan onuruna yöneltilmiş “savaşçı” saldırılarla boğuştuğu bu günlerde, gene çok anlamlı bir yere oturuyor.
Oyunun bir sahnesi, fena halde belleğime kazınmış. “Bilinmeyen bir adamı, bilinmeyen bir yerde, nedeni anlaşılamayan bir davranışla bombalı suikast hazırlamaya kışkırtmak”la suçlanan dört aydın idam edildiğinde, Darrow/Kenter, acı bir alayla salonu süzüp, “Ve Şikago halkı tatmin olduğunu bildirdi,” der.
Maden işçilerini, demiryolcuları, aydınları, yoksulları, fahişeleri dışarda bırakan “ortalama vicdan”ın bu özetlenmiş tarifi, benim ülkeme nasıl da “cuk oturuyor”!
Savunma, Hayyam’ın bir rubaisiyle bitiyor: “Aşkın kitabına yazılacağım / Aldırmıyorum yukardaki kitaba / İster silin, ister yazın adımı / Yazılacağım ben aşkın kitabına.”
Müşfik Kenter, aşkın kitabına yazılmıştır.
Hâmiş: Esasen bugünkü yazım, “Gazete patronlarının korkulu rüyası bir başvekile nasihat” yahut “İstanbul Belediye Reisi’ne şedîd sorular” ikilisinden biri olacaktı. Ama Müşfik Abi’nin yanında hepsi hikâye.