Biz tıfıl oyuncu taifesi, etrafımızdaki gönüllü ağabeylerden, birkaç efsaneyi, neredeyse menkîbe kıvamında dinleyerek büyüdük.
Yaş yirmiyi bulmamış, profesyonel sahnede, daha birkaç ay önce ağzın sulanarak seyrettiğin adamlar ve kadınlarla arkadaş olmaya başlamışsın. Tam onlara intibak edeceğim derken, bir bakıyorsun, onların da içini titreten “usta”lar var.
Bu, hikâyeleri tükenmeyen menkîbe mertebesinde “usta”ların başında Ayberk Çölok gelirdi; kısaca “Ayberk”. Galatasaray Liseli, sıkı entelektüel, dağdeviren gücünde bir adam ve sahneye adımını attığında yaydığı büyü dillere destan.
Yıldırım Önal vardı elbette. Türker Tekin’in dilinden bir Yıldırım Abi düşmezdi, bir de Peter Ustinov. En arka sıranın en köründeki seyirciyi gözünün içinden yakalayan, minicik bir tınıyla salona akustik yayan adamlar bunlar.
Bu, sahneye adımını attığında büyü yayanların –benim dünya gözüyle gördüğüm- en ihtişamlısı Erkan Yücel’di. Abartmadan, kendi seyir tarihime yaslanarak, dünya üzerinde böyle bir büyülü aktöre rastlamadığımı rahatlıkla söyleyebilirim. Müşfik Abi de hemen yanı başında elbette. Erkan’ın menkîbe mertebesi ise sınırlıydı, o ayrı.
Kadın oyuncular bölümüne şimdi girmeyeceğim. Yoksa orada da menkîbe değeri taşıyan az değildir. Sahneye adım atmadan ses verip alkış alan Suna Pekuysal’ından, duruşuyla cellat Macide Tanır’ına, kulisinde zekâ parlattıran Bedia Muvahhit’inden, sahnenin sağ arka kulis dibinde durduğunda bile okuma merkezi oluşturan Ayla Algan’ına, öyle tek ve öyle çoklar ki...
Balıkesir’de, bizim Haydarpaşa’da, İzmit’te lise dolaşmış, dört-beş üniversiteye girip çıkmış, bizim tıfıllığımız sırasında memleketi terk ettiği için suratına yaban kaldığımız bir menkîbe kahramanı daha vardı. Kısaca “Kelle” diyordu arkadaşları.
Yılmaz Abi’nin “Umut”undan, Tunç Okan’ın “Otobüs”ünden, Savaş (Dinçel) hatırlattığında hah! dediğim, gene Yılmaz Abi’nin acayip filmi “Konyakçı”dan, “Sokakta Kan Vardı”dan, bir de Erdoğan Tokatlı-Ayşe Şasa’nın şahaseri “Son Kuşlar”daki Turgut karakterinden biliyordum bu “Kelle”yi. Hikâyesi bitip tükenmeyen adamlardan birisi miydi, Ayberk hariç birincisi miydi, emin değilim. Adı Tuncel’di, ben ona hep Kurtiz dedim sonra...
Erkek cinsinden kimseyle otel odası paylaşmama prensibimi de, bu menkîbelerini dinleyerek büyüdüğüm Kurtiz’le bozdum, ilk ve son olarak.
Sene 2000, Paris Kültür Müşavirliği’nden Hakkâri İl Kültür Müdürlüğü’ne gönderilen Vecdi Sayar, ilkin Bakanlıktaki görevinden istifa etmiş, ardından, bizim gibi bir yığın memleketçiyi bir araya getirip, Özdem Petek’le birlikte şahane bir proje başlatmıştı: İstanbul-Hakkâri Sanat Köprüsü.
Van Havalimanı’ndan tek giriş-çıkışlı Hakkâri’ye varana kadar, başımıza gelecek otel felaketinin farkında değildik. Vecdi’ye, “Bu kadar gün kalıp bir konuşma yapmak beni kesmez, bir de şiir atölyesi yapayım,” dediğimi hatırlıyorum. Ardından Anadolu’yu bir mini-köy enstitüsü misali saran sanat atölyelerinin de başlangıcı bu olmuştu galiba.
Hakkâri’de otel tek, ikincisi de yapılmakta, diye hatırlıyorum. İster istemez, çifter kalacağız odalarda. Kurtiz, “Biz Orhan’la kalırız,” dedi. Benim için prensip dışı bir durumdu belki ama, fevkalâde memnun olduğumu zannediyorum. Sabah başıma gelecek olandan habersizim henüz.
Ani uyandırıldığımda, savunma refleksim harekete geçer. Allahtan uyandıran da deneyimli, bir omzuma bastırmış, ağzıma ekşi mi ekşi bir yeşil elmadan incecik kesilmiş bir dilimi tıkıştırıyor. Dur! demeye kalmadan şarabı da şişeden ağzıma dökmeye başladı.
Daha 9/11 zamanı gelmemiş, belli çakısıyla uçmuş bizim Kelle Abi. Nasıl itinalı doğramıştı o elmayı, yazarken dilimin üzeri kamaştı. Saate doğruldum, 05:00’i az geçiyor. Kurtiz çıkıp bir saat yürümüş, elmayı da şarabı da nasıl yaptıysa bulup almış. Beslenme sorumlusu olarak elma yedirmeye devam etti bir süre, şarabı belli bir ritimle içirdi ve “Kalk,” dedi, “Yürüyüşe çıkıyoruz. Burası muhteşem azizim.”
Kurtiz için, yeni olan her şey muhteşemdi ve o bir ihtişam avcısıydı aynı zamanda. Mahabharata’nın Shakuni’si olmadan önce de, bir arkaik serüvenin içerisine dalmak, Peter Brook’la çalışmaktan daha önemliydi onun için.
Sema’yla Bedreddin yapmaya soyunurken onu büyülü alanın içerisine çeken yalnızca Nâzım’ın muhteşem nehir şiiri değildi, Sema’nın tam da kendisi gibi yalansız bir sanatçı olduğunu keşfetmesiydi.
Biz çalıştığımız oyunculara yalnızca “Yalan söyleme,” deriz. Kendimize ise, oyunculuk yapmaya kalkıştığımızda, kanatarak tekrarlarız bu diskuru. Oyuncu, zaten bir kurmacanın parçasıdır. Kurmacaya kurmaca katılamayacağını, bunun, sanatın kutsiyetini ihlal edeceğini bilmekle kalmayız, diskuru bir bakıma tanrısallaştırırız.
İstanbul Şehir Tiyatrosu’ndan birlikte kovulduğumuz bir ekip, Peter Stein’ın çağrısıyla Berlin’deki tiyatro mâbedi Schaubühne’ye gitmişti. Macit, Ayla, Beklan.
Beklan Algan da benim meslekte müridi olmayan şeyh sınıfına aldığım esas ve esaslı idolümdür. Kurtiz n’aptı etti, ölüm gününü, Schabühne’de birlikte olduğu ekibin başı Beklan’a denk getirdi.
Beklan hep yalansızlığı aramıştı. Kurtiz yalansızlığı bulmuş ve hiç taviz vermemişti.
27 Eylül, benim iki canımın öldüğü tarih olarak, yalansızlığın doğum günü olsa.
Zaten yalan hiçbir işe yaramaz, Kurtiz, biyografisiyle ispatladı. Beklan da öyle.
Bir de ıssızlığın çaresi olsa...