11 Ocak 2013

Kanlı çeşm-i bülbül

Bir vakitler Rumelihisarı\'nda, değerli küçük nesneler satan bir dükkân ve onun daima kıranta, hoşsohbet bir sahibi vardı

Bir vakitler Rumelihisarı’nda, değerli küçük nesneler satan bir dükkân ve onun daima kıranta, hoşsohbet bir sahibi vardı. Dükkânın adı Antik, sahibininki Fedon’du. “Mösyö” nâm Bay Fedon, galiba annesi Rum babası Ermeni bir Istanbul yurttaşıydı. Değişik, yer yer bulanık bir hikâyesi vardı Mösyö’nün; belki bir ara anlatırım.

İlk kez Mösyö’de görmüştüm kanlı çeşm-i bülbül denen nadide nesneyi. Soğuk cam çubukların üzerine sıcak camı üfleyip, hızlı spiral hareketlerle elde edilen bu akıllara seza fingirdeklikteki nesneler, ışığa doğru dairevi bakışlarla, göz aldatan hareli desenleri benzetildiği için kimbilir, 18. asrın son deminde, bu adla Beykoz imalathanesinde üretilmeye başlanmış: Bülbül gözü.

Kanlı çeşm-i bülbül ise, cam arasında veremli amele kanı barındıranlarına verilen isim. Goblede 1200 derece ısınınönünde üretim yapan cam ustaları arasında verem hastalığı en yaygınıydı. İmalathane kapıları açılıp kapandıkça dışarıya maruz kalan cam ustaları, akciğerlerini bir harabeye çevirdikçe, ürettikleri nesnenin değerini artırıyorlardı fark etmeden. Ustanın büyük maharetiyle camı üflerken gelen kaçınılmaz bir aksırığın ardından, ciğerden kopup spiral rotaya doğru koşturan bir kan parçacığı, bitpazarına nûr yağdırıyordu.

Mösyö’de üç tane gözyaşı hokkası formunda minik kanlı çeşm-i bülbül vardı ve dükkânın en pahalı parçaları arasındaydı bunlar. Paradan para kazanmanın künhüne ermiş yeni ve sentetik bir sınıfın oluşmaya başladığı sıra, darbe sonrası 1980’ler, kendilerine “paşa dede, saraylı nene” arayan türediler tarafından fahiş fiyata yağmalanıp salon vitrinlerine yerleştiriliyorlardı bu nesneler. İsmi değiştirilmiş yalılarda, köşklerde gümüş hela ibriklerinin baş köşelere konulup teşhir edildiği günlerdi.

12 Eylül yasaları yeni yeni yürürlüğe giriyordu. Sendikal haklar budanmış, kıdem tazminatları alt tavana bağlanmış, her türlü örgütlenme şiddet endeksiyle karşılanır hale gelmişti. “Everything for sale” günleri henüz başlıyordu. Bugünün öncülüydü o günler. Bu gün artık “satacak başka ne kaldı” diye dört dönen bir devletimiz var, çok şükür.

İçindeki makinaların ederinden ucuza satılan Beykoz Kundura’nın komşusu Paşabahçe ile özdeşleşmiş Şişecam da bu “satılanlar”dandı. 2002 senesindeki hüzünlü direniş efsanesi ile tarihe geçen on altı gününardından Boğaz’ın işçi mahalleside mağrur yenilenler safındaki yerini aldı.

Nedir Paşabahçe direnişi ve kazanımları, yakın tarihin etkili sınıf hareketlerinden biri olarak, ardında yüklü bir miras da bıraktı. 1969’da kurulan Topkapı fabrikasının kapatılmasının ardından, çalışanların işten çıkartılması girişimini durduran da, bu güçlü mirasın hem sendikal harekete hem emekçilere bir sınıf bilinci olarak etkimesiydi.

On üç gün boyunca fırınları sönmüş fabrikalarına girip üretim araçlarını koruma altına alan Şişecam işçileri, cam ustaları, mahir emekçiler Paşabahçe’nin hüzünlü ama dik bayrağını, unutturulmaya çalışılan bir gönderde, sınıf bilincinin hafızasında bir kez daha dalgalandırdı.

Ana akım medyada kendisine yer bulmakta zorlanan bu güçlü direnişin önemli bir yanına dikkat çekmek istiyorum: Müzakere süreci adabınca ve ustalıkla yürütüldü. Böylelikle, problem müstamelhale gelmeden, işveren ile sendika arasında, işçi haklarını ve taleplerini bütünüyle koruyan bir sonuca ulaşıldı.

En ufak ışık kırıntısı için bile desteklemekte tereddüt etmeyeceğim İmralı müzakereleri ile ilgili esastan kaygımı, bu bağlamda söyleyip geçeceğim. Toplumsal barış ihtimalini bir kez daha derin hayal kırıklığı ile sonuçlandırabilecek metodolojik problemleri olduğu vehmine kapılıyorum bu müzakere sürecinin.

Toplumun derinine nüfuz etmiş ve ruhsal kopuş eşiğini çoktan yoklamış bir problemin çözümü yönünde etkili ve sonuç almaya aday adımlar atıldığı yönünde bir kanaat oluştuğunda, büyük denklem harekete geçer.

Türkiye’nin Kürt meselesi başından beri yalnız Türkiye’nin meselesi değildi ama bugün hiç değil. Hükümetin ve münhasıran Başbakan’ın daha birkaç ay önceki söz ve söylemleriyle kıyas terazisine oturtulmasını da, bu merhalede doğru bulmam.

Ne var ki, bu derece çok katmanlı, pozitif sonuç alınması için doğru kullanılmış geniş zamana ihtiyaç duyuran, BobbyFicher- Boris Spassky maçları kadar çok haneli ihtimalleri gereksinen bir müzakere sürecinin, Hüseyin Rahmi romanlarının kadın kahramanları misali, pencereden pencereye “Huu” deyip laf yarıştırılan bir kisveye büründürülmesinden derin endişe duyuyorum.

Böyle kritik müzakerelerde, “Söz gümüş ise sükût altındır” düsturunu hatırlamadan da edemiyorum. Keza, annemin benim için endişelere kapıldığı zamanlarda söylediği, “Boğaz dokuz boğumdur” düsturunu da...

Çözüm sath-ı mailine doğru büyük provokasyonlara karşı dirençli olmanın yolu da, müzakere âdabına riayetten geçecek. Paris suikasti ile başlayan yol kesme sürecinin öngörüsü bile, bu âdabı zorunlu şart haline getiriyor.

Kanlı çeşm-i bülbülleri gözaltı torbalarımıza yaslayıp ağlamaya devam etmek istemiyorsak, bir sınıf hareketinden çıkartılacak önemli dersler var.

Yazarın Diğer Yazıları

Ödemişli Terzi Sadık’ın hakyemez evladı

Neye inanırsa onu söyler ve bedeli neyse gülümseyerek öder

Yurttaş kimin umurunda, varsa yoksa referandum

AKP, ustalıklı olduğu kadar çaresiz bir rota tespit etti: Bu yerel seçim bir güven oylamasıdır!

SS: Susurluk’tan sonra

Bugün, yevmiyeli hukuk döneminde yaşanan ise, Susurluk’u aratan bir facia. 7 Şubat 2012’de başlatılan yevmiyeli hukuk, belli ki bir süre daha devam edecek.

"
"