18 Şubat tarihli Hürriyet gazetesinde, Hadi Uluengin “Rosenbergler Gerçeği” başlıklı “enginsi” bir yazı yazmış, Engin Ardıç da 19 Şubat tarihli Sabah’taki köşesinde tam metin alıntı yapmış.
Aslında “Bir Muhbir Vatandaş” yazısı ikisine de yeter ama, bir kere bulaştık bu levse, bir iki noktaya daha açıklık getirip, sonra işimize bakalım.
Evvela üslûp… Engin mahalle arkadaşıyla şevklenip ağzını bozmaya niyet etmiş. Öbürünün yazısı ise galiz olmanın ötesinde, bir haddini bilmezlik abidesi.
Yıllarca uğraşa didine edindiği seviyeyi “Rosenberg Çocukları” buluşuyla taçlandıran Engin’e sadece acıyorum. Ama o “ar damarı” meselesine hiç girmese daha iyi ederdi Engin. Bu hususta kimsenin eline su dökemeyeceği bir kariyer biriktirdi, malûm.
Öbürüne gelince… tanımam, yazılarını takip etmem, üzerine yazı yazmaya değer bulmam. Engin’le birçok benzerlik barındırdığını ise biliyorum.
İkisi de örgütlü komünist olarak başladıkları siyasi biyografilerini şedîd anti-komünist olarak sürdürdü. İkisi de, elbette onları “bağlamaz” ama, bizim mahallede hiç tasvip görmemiş bir yazma metoduna sahip; Uğur Mumcu’nun yaydığı şekliyiyle “bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olma”yı marifet sayıyorlar.
Şu ana kadar 20 gösterim yapmış, bu hafta 7 gösterim yapacak Rosenbergler Ölmemeli oyununu ikisi de seyretmedi sözgelişi. 11 Ocak’tan bu yana Rosenbergler Ölmemeli oyunu üzerine çok sayıda makale, haber ve eleştiri yazısı çıktı. Oyunun yönetmeni olarak, görüşlerimi, yazılı ve görsel medyada birçok röportajda belirttim. Mesela, “Rosenbergler casus muydu?” sorusuyla ilgilenmediğimi, altını kalınca çizerek defalarca söyledim.
Dramaturjide yoğunlaştığım ve metni odakladığım noktaların başlıcaları; Rosenberglerin delil ile değil kanaat ile hüküm giymiş olması; NAZİ ardılı McCarty’ciliğin, bir yalan fabrikası gibi çalışarak kamuoyu yaratması; tek doğrudan “tanık”ın, yani David Greenglass’ın kendi beyanıyla “yalancı tanık” olması (5 Aralık 2001, CBS); hükümet tanıklarının hiçbirinin doğrudan tanık olmaması ve en önemlisi Ethel ve Julius’un, işlemedikleri kesin olan bir “suç” ile itham edilip idam edilmeleri idi.
Rosenbergler ile ilgili bir oyuna, 1960’ların naiv masumiyet karinesi ile yaklaşmadığımı, 1989 sonrası dünya konjonktüründe bu oyunu seçme nedenimi, bu iki şedîd anti-komünist ile uzun boylu konuşacak değilim. Siyasi düşüncesi ne olursa olsun, insanı tarif ederken olumlayabildiğimiz vasıfları koruyan herkesle, her zeminde bu çok önemli bulduğum tartışmaya dahil olurum. Çünkü bu tartışma “vatan”ı tarif etmeden başlayamaz ve böyle bir paradigmayı konuşabilmek, temiz zihinleri gerektirir.
Gelelim, Engin’in üstüne atlayıp köşesinde ağırladığı öbürünün önemli bulduğum iddiasına: “Bizzat o yazar (Alain Decaux O.A.) dahi tongaya geldiğini itiraf ederek özeleştiri yaptı. Hatta kendi oyununu Fransa’da yasakladı,” iddiasına…
Yazımı bir gün gecikmeli yayımlama nedenim de bu iddia zaten. İki asistanımla birlikte bu iddianın peşine düştük, sorduk, soruşturduk, pösteki sayar gibi internet taraması yaptık. Bu iddianın karşılığı olabilecek hiçbir şey bulamadık.
Ama sözgelişi, Théâtre de Vichy’nin Janine Berdin mizanseniyle sahnelediği prodüksiyonun, 2000 Lyon Festivali’nde Festival Ödülü aldığını da bu vesileyle öğrenmiş olduk. Yani Alain Decaux’nun Senatör olduğu, ABD’ne gidip geldiği ve yakın dostlarına “Amerikalılar bana Rosenbergler’le ilgili bazı dokümanlar gösterdi,” dediği 1988-91 yıllarının, bir miktar sonrasında...
Şimdi sıra Hadi Uluengin’de. İddiasını ispatlamasını bekleyeceğim.
Gelelim, “Yurttaş vergileriyle finanse edilen bir belediye kurumu” sataşmasına…
İstanbul Şehir Tiyatroları, bir belediye kurumu değil, bir sanat kurumudur, bu bir. 98 yıla varan sürekliliğiyle dünyadaki nadir sanat kurumları arasında yer alır ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından sübvanse edilir. Devlet Tiyatroları’nın Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından sübvanse edilmesi gibi…
Avrupa’nın her ülkesinde bu iş böyle yapılır. Bütçeleri neredeyse bizim Kültür Bakanlığı’nınkine denk tiyatro kurumlarına, TNP’ye, Comédie-Française’e, National Theatre’a, Royal Shakespeare Company’ye, Schaubühne’ye, Burgtheater’e “belediye kurumu” ya da “devlet kurumu” sataşmasında bulunanlara ne yaparlar bilmem, çünkü böyle saçma sapan bir niteleme, bir Fransız’ın, bir İngiliz’in, bir Alman’ın, bir Avusturyalı’nın, aklına bile gelmez.
Bu soy bir cehalet, yazısını “entelektüel namus”tan dem vurarak bağlayan bir Türk’ün cesaretidir olsa olsa. Hadi ordan…
Engin sen de al arkadaşını, dişetlerinize sıkışmış leş gibi kelimelerinizi birbirinize koklata koklata dolaşın.