-Gezi’den Sonra 3-
Taksim Gezi Parkı’nın, haksız hukuksuz biçimde yapılaşmaya açılması ve ticari alana dönüştürülmesine direnen, dirençlerini, bedenlerini parka ve ağaçlara siper ederek ortaya koyan kentli yurttaşlar, evvelâ, siyasi iktidar tarafından küçümsendi.
Kentin en üst yerel yöneticisi, mûtad inşaat çavuşu diskuruyla, “Başbakan istiyor, yapabileceğim bir şey yok,” diyerek, topu Emir Demir Keser’e pasladı. Bu yerel yöneticinin, benzer durumlarda kullandığı bir klişe vardır, ki keenlemyekûn sayılmak gerekir: “Benim iki şapkam var, biri Belediye Başkanı, biri Siyasetçi.”
Başbakan, artık iyice yükselmiş, Olimpos Dağı’na yukarılardan bakacak mertebeye erişmişti. “Üç beş çapulcuya mı soracağız ya,” diyordu, “Siz ne yaparsanız yapın, biz kararımızı verdik,” diyordu. “Altına AVM üstüne Rezidans,” diyordu. Daha barok opera binasına sıra gelmemişti.
İşte tam bu sırada, asyatik toplumlarda nadir görülen bir durum belirdi. Polis saldırdıkça, biber gazı fişeklerini gez göz arpacık kafaya nişanladıkça, Gezi’deki kalabalık artıyordu. Âdeta korku eşiği aşılmış, haysiyet galebe çalmıştı.
Başbakan ve adamları ilk şaşkınlık içinde, provokatörler ve yabancı gizli servis ajanlarının olayları yönlendirdiğini iddia etti. MI6, DGSE, BND, MUST, MOSSAD ve CIA ajanları, “birer birer yakalanıyor” ve “komplo” açığa çıkmaya başlıyordu!
4 Haziran tarihli Yeni Şafak gazetesi, “Meydanda Yabancı Var” başlığıyla, sayıları 750 ile 1000 arasında olan ve emniyet tarafından teker teker tesbit edilen provokatörler arasında yabancı ajanların varlığını bildiriyordu sözgelişi. Aynı gün, Ankara’da da bir “İranlı ajan”ın yakalandığını muştuluyordu aynı gazete.
Bu, olan biteni anlama(ma) yönündeki ilk çabanın tezahürü olarak, Erasmus takasıyla İstanbul’da okuyan birkaç yabancı öğrenci, uyruklarına göre gizli servis ajanı ilan edilerek gözaltına alındı ve yabancı ajan iddiası tekrarlanamayacak derekede komiğe düştü.
Hâlâ ayrıntıları yazılmamış Kuzey Afrika seyahatinden dönüşte (6/7 Haziran), Başbakan yeni bir müsebbib bulmuştu: Faiz Lobisi.
Başbakan, İstanbul Sanayi Burjuvazisini de müsebbipler arasına dahil ediyor ve elbette her iki iddiasını da, öfke hariç tutulursa, ayrıntılandırmıyordu.
Onun yerine lobileri açıklamaya çalışanlar elbette çıkıyordu; mesela, MÜSİAD eski başkanı, AKP’li Ömer Bolat’ın 3’lü Lobi önermesi hemen 8 Haziran’da medyaya yansıdı. Ona göre, olayların arkasında Banka (Faiz) Lobisi, İçki Lobisi, Reklam Lobisi vardı.
Ajan provokatördü, çapulcuydu, lobiydi idare edip gittiğimiz iki haftalık bir süreç yaşadık, tâ Başbakan ve danışmanlarının, 15 Haziran Sincan, 16 Haziran Kazlıçeşme mitinglerine kadar.
Bu iki haftalık süreç, Gezi’nin tarih eşiği atlatan kimliğini de belirginleştirdi. Devletin aygıtları nefes aldırdığında, pekâlâ mutlu olunabiliyor, kriminalize olmadan yaşanabiliyordu. Âdeta herkes Avatar’ını bulmuş, Malinovski’yi, Engels’i, Levi-Strauss’u doğrular bir hayat tarzına bürünmüştü.
Oysa, 16 Haziran’da süre dolacak, toplumsal polarizasyon için düğmeye basılacaktı. Üç yüz bine yakın AKP’linin taşındığı Kazlıçeşme mitingini, “bir milyona yakın”dan, Şamil Tayyar’ı bile sollayıp “bir buçuk milyon”a artıran Başbakan, yeni stratejisini belirlemişti: Oto-konsolidasyon!
Artık hedef, yalnızca kitlesini ve onun üzerinden partisini değil, partisi içinde ve dışında kendisini yeniden-tahkim etmeye yöneliyor, ayrıştırdıklarından kalanları damıtarak elde edeceği tehlikeli bir içki hazırlıyordu Başbakan.
Sincan günü, majestelerinin medyası, “darbe girişimi”nden söz etmeye başladı. Komplo teorilerinin efendisi Tayyar ise, bunun için galiba 16 Haziran topyekûn saldırısını bekledi. Başbakan karar vermiş, at binmiş kılıç kuşanmıştı artık. Hedef, kendi kitlesini “bir darbe girişimi ve bunun başarılı olması halinde kurulacak darağaçları”na, “el konulacak servet birikimleri”ne karşı tahkim (konsolide) etmekti.
Yeniden menkibeler boyutuna geçilmişti artık ve polisin “Allah Allah” nidaları meydanlarda yankılanıyordu. Damatlık gömleğini çıkartıp idamlık gömleğini giyen mi istersin, kellesi koltuğunda cenk eden Genç Osman mı... Sahiden inananı ile, Başbakan’ın kurnazlığına hayran olanı bir araya gelip, Gezi’nin bir darbe girişimi olduğu komplo önermesinde birleşti.
Bu önermeyi, Kürt meselesinde adım atılmaya çalışılan tarihi bir çözüm sürecine bağlayarak okumaya çalışanlar da vardı. Sonraki yazının konusu olduğu için, bilhassa girmiyorum bu başlığa. Sadece bir tüyo vereyim: Katil Uşak.
Peki, Gezi bir darbe girişimi miydi?
Önerilen anlamıyla, kesinlikle Hayır! Metaforik anlamıyla ise, “girişim”i çıkartmak şartıyla, Evet!
Her şeyden evvel, Gezi’yi oluşturan bileşenlerin kahir ekseriyeti, muhtemel bir darbe karşısında direneceği ve bu darbenin dolayısıyla mağduru olacağı kesin olan insanlardı.
Gezi’nin belirleyici terkibi, “paternal” dayatmalara temelli itirazı olan “birey”lerden oluşuyordu. Gezi terkibi, her konuda, bilir bilmez parmak sallayan “otorite babası”ndan fena halde sıkıldığı için sokağa akmıştı.
Gezi’nin hiçbir ânına etkimese de, darbe isteyenlerin yahut muhtemel bir darbe karşısında itirazı olmayacakların istatistiğini çıkartmak ise ancak bir anket ile mümkün olabilir -ki bilebildiğim hiçbir kamuoyu eğilimi ölçen anketten bu yönde bir sonuç da çıkmadı.
Ellerindeki bayraklara bakarak insanları darbeli/darbesiz diye ayrıştırmak da, Başbakan’ın bir türlü özelleştirmeye yanaşmadığı danışmanlarının bir buluşu sayılabilir. Bu sayede Atatürklü/Atatürksüz bayrak ayrıştırmasını icat edip, ilkin –Atatürksüz olanı- Keçiören’de bir apartımana astırmak gibi, benim elim senden büyük cicoz inatlaşmalarına da gidildi.
Gezi bir darbe girişimi değildi. Darbe karşıtlarının, özgürlükçülerin, demokratların başat olduğu bir eylemdi.
Bu karakterdeki “birey” topluluğunun, “sen kendi işine bak, gündemi belirlemek benim işim,” diye babalanan bir “pater”e “Hop!” demesinden doğal ne olabilirdi zaten. Bu nedenledir ki, majestelerinin medyası ne derse desin, bu komplo teorisi iki haneli IQ sahiplerinde bile fazlaca itibar görmedi.
Gezi, şaşırtıcı ve coğrafi anlamda yepyeni bir taktik olarak benimsediği “pasifist mücadele”yi, her türlü şiddet davetine rağmen, üstelik kendi genetik mücadele kodlarına da rağmen dirençle sürdürerek; devlet şiddetinin sembolik mekânlarda tavan yaptığı sırada, park forumlarını, sivil toplumun bu şâhikasını icat ederek, “oyun”u bozdu.
Son olarak, “Ergenekon” davasının karar duruşması (5 Ağustos) öncesi denendi bu kirli önermeyi ihaleyle satma girişimi, elbette hükümet ve muhibleri tarafından. Hiç tutmadı. Gezi ve Darbe, görücü usulüyle evlendirilemedi.
Nedir, Gezi, metafor olarak bir “darbe”ydi.
Demokrasiyi sandığa indirgeyenlere, kendinden menkûl itibar sahiplerine, Mordillo’nun eski bir karikatür bandındaki gibi, önüne çıkan her şeyi kendisinin zannedenlere, milletin birikimiyle gerdeğe girmeye niyet edenlere karşı, hem de çok sert bir darbeydi.