Mevzuya Kırşehir yöresinden girersek eğer, ki Neşet Usta’ya yapılan saygısızlıklar pavyonuyla yeniden gündemimize geldi bu mevzun şehrimiz, “Dağ”, “sabah, tan vakti”, demek.
Niğde’nin Bor’undan öteye Bahçeli’de, –hani, geçti Bor’un pazarı, sür eşeği Niğde’ye, diye nasihat verilir- “oyunda kale” demek. Hangi oyun, diye sormazsınız elbette, satranç bu coğrafyanın en eski oyunlarındandır.
Kandıra tarafına giderseniz, babamın İstanbul Hukuk’tan sınıf arkadaşı, eğlenceli bir bilge olan Turan Güneş’in memleketine yani, bu “Dağ”, “orman”dır.
Eş anlamları da haylicedir “Dağ”ın. Yıldız Moran’a bakarsak, “Balkan, bayır, bel, fay, koni, sıradağ, tepe, volkan, yanardağ” diye gider...
“Dağ” sözcüğünün pek çok çekimi de vardır. “Dağarcık”, “heybe, torba” demektir. “Dağdağa”, “bağırış, çağırış, curcuna, hırgür, kargaşa, velvele, patırtı” vb. “Dağılım”, “yayılma” olduğu kadar, “yıkılma, çözülme, bozulma”dır.
“Dağınık”, “intizam yoksunu”dur da, “Dağıtıcı”, müvezzi oluverir. “Dağıtılmak”, “bölüştürülmek”tir, “Dağıtmak” ise “galebe çalmak, darmadağın etmek”. “Dağlama”ya bakarsak, fenâdır, izini mülkiyet esasıyla vücuda vurmaktır, vücudu yakmaktır.
Washington DC’nin ünlü fareleri, ki bunları fındık faresi zannetmeyin, Kanada fareleri imiş, iki pekingese büyüklüğünde, bu dağ/dağların hangisinden doğmuş olabilir. Takıldı bir kere, aramadık Latince anlayan arkadaş bırakmadım, belki yazının sonunda bir sonuca varabilirim. Çünkü “Dağ fare doğurdu” sözü hatırladığım kadarıyla, Horatius’tan kötü bir tercüme.
Evi talan ettim, kütüphaneleri öyle dağıttım ki, kovulursam birkaç yüz koli ve bir iki ceketle taşınabilirim evden, Ars Poetica’yı bir türlü bulamadım. Kime sorduysam, benden beter bir unutkanlık içinde. Şöyle diyor galiba Horatius: Parturient montes, nascetur ridiculus mus. Elimdeki tek Latince sözlük de yetmiyor doğru bir çeviri yapabilmeye ama aşağı yukarı tam tersi, sanki: Farenin emeği dağ doğurdu!
Bütün iyi niyetimi giyindim, yeşil kravatlı Başbakan’ın kırk beş dakika kadar süren non-consensus içerikli sunumunu sabır ile dinledim ve “Paket” dedikleri şeye baktım. Daha çok matruşkaya benziyordu, albenili, dallı güllü, başörtülü bir Rus köylü kızına...
“Kimse kusura bakmasın”, bir matruşkanın içinden matruşkadan başka hiçbir şey çıkmaz. Şeker Bayramı’nda, en uyduruk pastanede bile bu kadar bayat fondanlar taze çikolataların içerisine karıştırılarak satışa çıkartılmazdı.
Yeşil kravatlı Başbakan’ın tek bir sözü bile, değer taşımıyordu, çünkü seçim propagandası için çalışan herhangi bir reklam ekibi, Roman Enstitüsü gibi, zaten var olan bir yapıyı yenilik olarak sunmaya yeltenmezdi.
Arkadaşlarımla sıkça tartışıyorum, ben, Başbakan’ın ekibini, maaşlı cahiller olarak görüyorum. Asla yalnızca stratejik yalancılar ordusu değil onlar, dersini çalışma metodolojisine sahip olmayan bir değersiz “guru”lar grubu...
Başbakan? Geçelim...
Adına “Demokrasi Paketi” denilen matruşkanın içinden matruşka da çıkmıyor esasen. “Paket” açıklayacak olan, bunun anayasal, yasal, yönetmeliksel dayanaklarını ortaya koyar.
Rahmetli annem, bir çengelli iğne de beni mutlu etmeye yeter derdi. Ben de, on üç filan yaşlarında, anneme, kadife bir kutu içerisinde çengelli iğne hediye etmiştim, doğum gününde.
Eyvallah, ben sivilcelerinden kurtulamamış bir adolesandım o sıra. Ya şimdi karşımıza çıkan, ömür boyu sivilce sıkmaya meraklı bir topluluğun adolesan “ali kıran baş kesen”i mi zannediyor kendisini?
Mor Gabriel’in –ki üç vakit önce küfre bulaştırdığı Zerdüşt inanışının iki örülü penceresi de oradadır- gasp edilmiş topraklarını geri vererek, Garîb’e kaybettiği eşeğini buldurduğunu mu zannediyor?
Eski Galata Köprüsü üzerinde üçkâğıt çevirenlerin ellerine uzun uzun bakmıştım zamanında. İktidar aygıtını gasp edeni, garibanın varlığını hamhumşaralop edeni, elinden değil, gözünden tanırım.
Horatius’a gelirsek: Sırf Shakespeare’in esinlenmesine bakıp, “haybeye kuru gürültü yapma,” da diyebilirim...
Şşşşşt! Gözünü kaçırma.
[email protected]