Her şerde bir hayır vardır, der eskiler. Diyalektik bütünlüğü halisane özetleyen bu şık sözü kadîm kılan, ümitsizliğin reddi bir gerçekçilik içeriyor oluşu.
İstanbul Şehir Tiyatrosu’na karşı palalı bir saldırının gerçekleştirilmesi, literatüre geçen bir itiraza sahne oldu ilkin. 24 Nisan’da yedi bin kişi “Korkuya Karşı Özgür Tiyatro” pankartının arkasında yürüdü. Bu muazzam topluluk, tiyatro seyircilerinin katılımıyla oluşmuştu.
Alışık olunmayan bu cesamet, ardından, 29 Nisan’da Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nin önünde sabahladı. Bu şenlikli gecenin tadı öylesine kaplamıştı ki damağı, cin fikirli bir tiyatrocu, “Bitmeyen Sahne” kuralım dedi.
Sonradan Sanat Maratonu’na evrilen bu fantastik öykü, geceyi gündüzden, dünü yarından ayırmadan, hiç durmayacak bir sahne kurmanın heyecanıyla başladı, o heyecanla sürüyor ve 22 Haziran geceyarısı sularında muhtemel bir “dünya rekoru” ile yeni bir başlangıca akacak.
Envanteri henüz tam çıkartılmadı 16-22 Haziran aralığının. Şimdilik kaydıyla, 150 saat kesintisiz süren Maraton’da 163 gösteri yapıldığı bilgisini paylaşayım. İki aşağı üç yukarı tam sayılar da bugün yarın netleşir.
Maraton bir dirayet koşusudur. İÖ 490’da, Perslerle Yunanlar arasındaki sürgit savaşlardan Marathon Ovası’ndaki,Yunan zaferiyle sonuçlanır. Pheidippides isimli bir asker, haberi Atina’ya ulaştırmak için kırk kilometre civarında mesafeyi hiç durmadan koşar.
Maraton, sınırlı insan gücünün sınır tanımayan inançla desteklendiğinde yapabileceklerinin sembolüdür bir bakıma.
Dünya ölçeğinde çok kısıtlı bütçelerle, gene dünya ölçeğinde çok sınırlı sayıda oyuncuyla, benzerine rastlanması mümkün olmayacak kadar çok sahneye nitelikli tiyatro servis eden ödenekli kamu tiyatroları, ne hikmetse, kardeşinin gözündeki çöpü görüp kendi gözündeki merteği unutanların hedefi haline geldi.
Yüzüncü yılına mek parmak kalmış İstanbul Şehir Tiyatrosu, ne kendi tarihinde ne dünya tiyatro tarihinde görülmüş bir bürokratlaştırıcı operasyona maruz bırakıldı.
“Her şey ihale ile oyun satın almak için mi?” diye sormuştuk. Hızla aralanan perdeden epey görünür olmaya başladı cevabı.
Ardından, Başbakan’ın sınır tanımaz “tek adam” jargonu, yaz mevsimine bir imkânsızın oyalanmasıyla girmemize yol açtı. Daha ilk dakika, böyle bir ihtimalin olmadığını, kamu tiyatrolarını “özelleştirme”nin imkânsızlığını, üstelik defaten anlattık. Sanırım artık herkes bu kadarını anladı.
Şimdi, Türkiye sathında altı yüz yirmi üç oyuncusuyla elli beş sahnede sürekli perde açan, kalan zamanını yurtiçi ve yurtdışı turneleriyle geçiren Devlet Tiyatroları’nın özerkliğini kısıtlayacak tasarılarla iştigâl ediliyor. Türkiye’de hiçbir politikacı, Devlet Tiyatroları kadar ülke sathına ayak basmamış, hizmet sunmamıştır ama ne gâm!
İstanbul Şehir Tiyatrosu iki yüzü bulmayan oyuncu kadrosuyla on bir ayrı sahnede perde açarken, belki seyircisiyle buluşmanın özgüveniyle kimseden taltif beklemiyordu ama üstüne bir de “Mûcip ne hakaarete apansız?”
Hâmid’e yazının sonunda bir kere daha döneriz, tüm bu alışılmadık hakaretlerle çiçeklendirilmiş salvo, sanatın ne işe yaradığı konusunda kafası karışık olanlara, yine yeniden büyülü fenerini uzattı. Zihin mağarasının ucundaki ışığı gösterdi.
İstanbul’da, Selamiçeçme’deki Özgürlük Parkı’nda sahne sahiden durmadı. İşe gitmeden erken sabah kahvaltısını oyun seyrederek yaptı insanlar.
Grup Gündoğarken, kurulduğu gün itibariyle ilk kez, bir konserini tam gün doğarken verdi, Amcagiller söyledi bülbüller sustu.
Sahneye dekor kurulurken önde şiir okunuyor, gösteri sonrası dekor sökülürken şarkı söyleniyordu.
Bir şerden birçok hayır doğmuştu. Bu kararlılık, geleceğe doğru atılmış büyük bir adımdı aynı zamanda. Yeniden yapılandırılacak Türkiye tiyatro ortamının taşıyıcı kolonları yenileniyordu bir yandan.
Abdülhak Hâmid, Keşmirli Eşber’le Büyük İskender’i karşı karşıya getirdiği Eşber oyununun finalinde, kan revan Pencâb şehrinde, Batlamyos’a söyletiyordu yukarıda alıntıladığım repliği: “Mûcib hakaarete ne apansız?... / Tarihi yazan benim, yapan siz!...”
Bunun üzerine İskender Aristo’ya dönüyordu: “Efkârımı sen de etme tehyiç!... / Rastû bu nedir?...”
Hâmid’in ağzından konuşan Aristo’nun cevabı ise, bütün zamanlarda hayal gücü erbabının muktedirlere söylediklerinin bir kısmıydı. Olup bitenin şaşkınlığı içinde, kendi yaptıklarını anlamaya çalışan İskender’e şöyle cevap veriyordu Aristo:
“Zafer veya hîç!...”
Bitmeyen Sahne’den yayılan büyülü gerçek ise, geleceğimizdi.