Sürekli maruz kaldığımız Türkiye Başbakanı’nın oyuncağı olduk âdeta. Maydanoz tarlasına düşmüş gibiyiz. Fehmi Koru’yu bile “Çocukluğun Soğuk Geceleri”ne uzandıran çağrışım yüklü bir menkıbeden başımızı alamıyoruz bir türlü.
Bu arkadaşın (Başbakan), her nasılsa “ecdâd”tan yâd ettiği Osmanoğulları’nın onuncu padişahı “Kanunî” namlı Süleyman’ın etrafında geçen bir televizyon dizisinin fonunda, gözümüzün içine baka baka Hrant’ımızı ölüme götüren, ifade etme sürecinin engelcisi bir kişi kamusal hayatımıza “Ombudsman” ediliyor.
Bu ombudsmangiller, Pınar Selek’i uzak tarihte de bir adalet/sizlik sembolü olarak hatırlayacağımızı peşinen garanti ettiren entresan bir grup esasen. Aristofanes’ten beri hikâyeleri anlatıldığına göre, onlar da bekâlarını tesis etmiş sayılır.
Bana öyle geliyor ki, bizim arkadaş, birkaç ay daha eğlenip, artık sıkıldığını beyan ederek koltuğunu devredecek. Uluslararası parametreler bunu gösteriyor, ama yetmez. İçeride de, çıkan her kamuoyu yoklaması bir vedâ’ı işaret ediyor.
Fikret Usta, evlâdına yazdığı şiirde dediydi ki: “Asrın unutma, bârikalar asr-ı feyzidir / Her yıldırımda bir gece, bir gölge devrilir / Bir ufk-i i’tilâ açılır, yükselir hayât / Yükselmiyen düşer: Ya terakkî, ya inhıtât!”
Hepinize, Özön’den Develioğlu’na, Osmanlıca-Türkçe Lûgat edinmenizi öneririm, ama bu “inhıtât” ın tercümesini yapmaktan alıkoyamıyorum kendimi: Düşme!
Terakkî, malûm, yükselme, ilerleme demek; yakın tarihte pek çok kullanım alanı buldu kendisine.
Bir tarihte, Mimar Sinan üzerine bir docu-dramada Kanunî Süleyman’ı oynamıştım. Gerçi bizim işte, Hürrem’i oynayan Hülya Avşar’la bir buçuk sahnemiz vardı ama hayli sahici olmayı da becerebildiğimizi hatırlıyorum.
O vakitten bildiğim, Süleyman’a, dedesi “Fatih” Mehmet’e, bir de yarım ağız Abdülhamîd’e, şu ara iktidar nezdinde de temsil kaabiliyeti bulan bir kesimin özel düşkünlüğü olduğuydu.
Otuz yedi çocuk babası Üçüncü Ahmed’e ya da Osmanlı modernitesinin etkili adamlarından İkinci Mahmud’a, baba tarafımdan değme noktam olan Halife Abdülmecid’e, müntehir Abdülaziz’e aynı yakınlığı beslediklerine tanık olmadım.
Menkıbelerde anlatıcının hayal gücü ile belâgati birleşerek derin bir afyon kuyusu oluşturur. Bizim arkadaş da, Radikal yazarı Ayşe Hür’ün, eksiltme yapmadan sekiz buçuk yıl olarak belirlediği “at üzerinde Süleyman” episodunun açılışını otuz yıldan başlatarak yola koyulmuş.
Osmanoğulları’ndan “ecdâd” diye bahsetmesine zarîf itiraz eden Selahaddin Bey Osmanoğlu da bu”muhteşem” tartışmaya katılarak “Başbakan’ın ecdâdıysa, bizim de dedemizdi,” demiş.
Selahaddin Bey de diziden rahatsızmış, yeterince zamanı olsa gerek, seyrediyormuş. E, ben de hıyarın biri dedemden “kumarbaz” diye bahsettiğinde delireyazmıştım. HaklıdırSelahaddin Bey, ne olsa uzak torun ve hânedanın üyesi.
Ya bu ecdâd edebiyatına Osmanoğulları ne derdi? Selahaddin bey deyivermiş işte. Ötesi için gündem kuyruğu şişti, açtırmayın ağzımızı. Biz o Osmanlı’yı Emin Oktay’ın orta okul tarih kitaplarından öğrenmedik.
13 Şubat 2012 sabahı İMC Televizyonu’nda Nâzım Alpman’la konuşacaktık. Gündeme o sabah düşen bomba, MİT Müsteşarı Fidan’ın sorguya çağrılması olmuştu. Çünkü Fidan, kod adı “Oslo” olan bir dizi görüşmenin “suç isnadı”yla ifadeye çağrılmıştı.
Bu ifade çağrısının sadece bir adım ötesi Başbakan’ı ağır bir suç isnadıyla sorguya çağırmak olacaktı. Pek sevdiğim sosyal medya mediumu twitter’a Nâzım’la yaptığımız o konuşmayı aktardım. Şans eseri, ilk analizi ben yapmıştım o mâhut MİT konusunda.
Ardısıra MİT yasasıyla ilişkili tadilat geldi. Sonra Devlet Denetleme Kurulu’nun Hrant Dink raporunun Cumhurbaşkanı’nın elinde ertelenmesi ve yeni MİT –Başbakanlığa bağlı kuruluş- düzenlemesi geldi –bu uzun konu, her ân açabilirim-.
Peki ne geldi? Başbakanlık korumalarının kavga dövüş yer değiştirmesine uzanan bir “saray içi hareketlilik” geldi.
Şimdi de, karşılarına ansızın çıkan PKK gerilllarıyla konuşan milletvekillerinin, bir fezleke aracılığıyla ma’suniyetlerinin ortadan kaldırılması geldi.
Hadi be arkadaş; sana, git görüş, çözelim şu kanı kini derken, yalnız sen görüşebilirsin, dememiştik. Abartma be kendini. Anadolu haddini bilmekle başlıyor.
Ne yazmıştı Hacı Bayrâm-ı Velî: “Görünen sıfatındır /
Ânı gören zâtındır
/ Gayri ne hacetindir /
Sen seni bil sen seni”.
Türkiye, kabuğunu tuzda levrek misali kırdırdı; bu konuda, bizim arkadaşa ve onun dur durak dinlemez cür’etine bir teşekkür borcumuz var. Nedir, gelinen durak durulabilecek bir yer değil. Buradan hızla ve akılla uzaklaşabilmeliyiz –ki yarın anlatacak iyi bir hikâyemiz olsun.
Sahi, biz anlatılabilecek çok çok sayıda hikâyemizi nasıl ıskaladık? Şu emekli askerlerin hâtıratları olmasa, resmî tarih karşısında elimiz ne kadar zayıf kalırdı, değil mi Karabekir Paşa...
Tarık Gürcan’ın hikâyesi yazılmadı, Aydemir’in de... Avcıoğlu’nun, Doktor’un, Capitan Mihri Abi’nin de...
12 Mart’tan geriye belki Sevgi Soysal’ın Yürümek romanı kaldı, sürgünlüğü anlatır. Bir de hayırla kütüphanemde tuttuğum devrimci menkıbeler kaldı.
9 Mart’ın romanı sözgelişi, yoktur.
Bırakın Dostoyevski’yi, Tolstoy’u, Çehov’u, bir Turgenyev bile olmadı bizim yakın ve hararetli tarihimize en içeriden bakan, ya da Alberti, Coetze, Kazancakis...
Biz yakın tarihimizle konuşmayı pek de beceremedik de, arkadaş, sen hiç beceremiyorsun. Yoksa, uzak tarih bu kadar menkıbe sınıfına girebilir miydi?
Shakespeare’imiz, Racine’imiz, Corneille’imiz vardı da İbo Tatlıses Urfa’da Oxford mu gördü?
Dîvan edebiyatı okunup anlaşılabilseydi, bu heteroseksüel ayrımcılık dünyası kendisine alan açabilir miydi?
Hele oryantalist ressamların padişah resimlerindeki amors veren içoğlanları okunabilseydi...
1994’te yayımlanan kitabımın adı “Yenilgiler Tarihi Cilt 1”di. Hep o soru çıktı karşıma: İkinci cilt ne zaman?
“Bana borçlu olanlara bir cilt verdim, ikincisi beni ilgilendirmiyor,” dedim de pek anlaşılmadı.
Kısacası, bir Başbakan konuşup duruyorsa, dinleyenleri var, deyip geçmeyin.
Bu Başbakan’ın suratına karşı konuşanlarının yanı sıra...
Bir de “susanlar”ı var.