Dört buçuk yaşımda yazma ve okuma öğrenmemi Emine’ye olan tutkulu aşkıma borçluydum. Emine’yle çok eğleniyorduk. Kâh bahçenin en ucuna biber domates toplaya toplaya gidip, onları tuza banarak yemekten zevk alıyorduk, kâh Saatli Maarif Takvimi’ne dala heceleye okuyup yazmayı söküyorduk. Ben önce yazıp sonra okuyabilme marifetimi neye borçlu olduğumu hâlâ bilmesem de, bir kış gecesi Göksel Arsoy ve Belgin Doruk yazdığımda neredeyse salavat getirecek raddedeki annemi ve babamı bugün gibi hatırlarım.
Pekos Bill, Nat Pinkerton, Tex, Texas, Tom Mix derken, kendimi iki halt sanmış olmalıyım ki, resimli kitaplar yerine bizim kütüphaneden iri ciltli bir kitap seçmiştim. Gerçi ikokul ikiye gidiyordum o sıra ve altı buçuk yaşında filandım. Babamın “Abartma oğlum”larına inat, bir ay civarında okuyup bitirdiğim o kitabın adı “Spartaküs” idi. Howard Fast’in çocuklarına ithaf ettiği o eşsiz roman.
Bir şey anladıysam, Woody Allen’ın hızlı okuma kursu sonucu kadardır: Bir köle gelmiş geçmiş en büyük imparatorluğa bıçak çekmişti.
Emine “bir insan”dı ve hayatıma dokunup onu baştan aşağıya değiştirmişti. İyi yanı âşık olduğumda göze girme içgüdüsü, kötü yanı ise terk edilmeye karşı tahkim olma refleksiydi. Babam, sonraları da beni kışkırtmayı hep beceren adamdı. O sıra tanıdığım ilkokul öğretmenim Necati Dağ ile, bir tek lise son sınıfta cebir dersine giren Stepan ile paylaşabildiğim kadar çok hatırladığım zamanım oldu.
Spartaküs beni etkiledi. Brecht’ten çok sonra öğrendiğim haliyle, o, kolektifin içinde birey, kolektifin dışında hiçbir şey değildi. Sadece kendisine yaslanacak kadar “bir insan”dı.
Çok sonra, Oriana Fallaci’nin romanında bir adam tanıdım. “Bir İnsan” romanının “gerçek” kahramanı Alekos Panagulis, 1967-1974 döneminin direnen bir askeriydi. Kıbrıs’ta, Sampson’a suikast düzenlemek üzere iken yakalanmış, ağır işkencelerden geçip demokrasiye sağ çıkabilmişti. Onun beni büyüleyen davranışı ise, Gizikis karşısında tanık olarak ifadeye çağrıldığında söyledikleriydi.
Cunta lideri Gizikis’e karşı tanıklık etmeyi reddeden Panagulis, mealen şöyle demişti: “Siz hakimler, dün bizi yargılıyordunuz, şimdi General Gizikis’i. Gizikis şerefli bir faşisttir, siz şerefsiz hakimler karşısında onun aleyhinde tek kelime sarf etmem.”
Örnekler çoğaltılabilecek kadar hayatı zenginleştirmiştir. Bugün bu atmosferde nefes alabiliyorsak o “bir insan”lar sayesindedir. “Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey,” diye yazmıştı Sait Faik, Alemdağ’da Var Bir Yılan hikâyesinde. Hemen arkasından da şu cümle geliyordu: “Oysa burada her şey bir insanı sevmekle son buluyor.”
Haklıydı Koca Sait. Ama bu bir kader olarak bellendiğinde, çekip gitmekten başka yapacak iş kalmayacak, birimize bile.
Afyon’daydım birkaç günlüğüne. İsmini Opium’dan alan ardına Karahisar eklenen o medeniyetlerin beşiğini sallamış çelişkiler şehrinde.
Okullara gittik arkadaşlarımla birlikte. Praglı müzisyenler, Ayfer Tunç, Murat Gülsoy ve ben iki gün hayatlara dokunduk. Parıltı ne kelime, patlamaya engellenmiş genç yaratıcılarla konuştuk. Her biri “bir insan”dı. Her soruları hayatı yeniden ve gözden geçirilmiş haliyle yayımlamak için başlangıç noktasıydı.
Afyon’da Klasik Müzik Günleri vardı ve biz o yüzden oradaydık. On bir senedir, bir şehrin hayatına bu denli etkin bir dokunuşu bir sivil toplum kuruluşu gerçekleştirmiyordu. Yerel yönetim ya da İl Özel İdaresi de değildi bunu yapan. Üstelik, aynı şehirde Jazz günleri yapılıyordu aynı uzun senedir ve bunu yapan da ilkini yapan kadar “bir insan”dı, Hüseyin Başkadem.
Bir müzik öğretmeni idi bu işi başaran. Altından girip üstünden çıkan, muhteşem bir Gavur (Ermeni) Hamamı’nı restore ettirip konser mekânına çeviren, uluslarüstü bir etkinliği zor belâ aldığı sınırlı desteğin üzerine kendi banka kredileriyle var eden bir insan: Hüseyin Başkadem.
Çelişkiler şehri Afyon beni Hüseyin sayesinde içine çekti. Tıpkı nereye gitsem aynı çelişkiler cumhuriyetine çarptığım ülkem diyarları gibi. Zekî bir valinin dünya görüşü ikincildir, biliyordum, gördüm. Devasa öğrenci kapitaliyle bir üniversite yönetimi ne kadar öngörüsüz olabilir, onu da gördüm.
Aslında “bir insan” yeter. Yeter ki o “bir insan”dan yeterince olsun. Mehmet Âkif’in Asım’ıyla Tevfik Fikret’in Halûk’u arasında kıyas güdüp, biri bizim, öbürü onların diyen zihniyet seviyesinden kurtulmak için de “bir insan” olmak lazım.
Diyojen kadar ironik olmaya da gerek yok. Hüseyin, Opium/Afyon şehrinde bunu başarmış. Ne duruyorsunuz öyleyse “bir insan”lar? Çorum’dan Gazanfer, Ankara’dan Yeşim, Hopa’dan Yılmaz, Trabzon’dan Mehmet, Malatya’dan Hasan Basri, İzmir’den Dileksu, Adana’dan Hüseyin, Mersin’den Özdemir, Diyarbakır’dan Osman, Bursa’dan Hüsam, Osmaniye’den Devlet, Çanakkale’den Erhan...
Haydi, “bir insan” olmaya var mısınız?