Kimin kazanacığından daha fazla, kimin kaybedeceğinin önem arz ettiği bir seçim döngüsüne giriyoruz.
Sinik-Seküler (cynique-séculaire) bir seçmen prototipimiz var. Muhtemel sataşkanlar için fazla söz söyleyeyim: Sinik kelimesinin kökeni “köpek”e dayansa da, bunun felsefî karşılığını bilenleriniz çoğunluktadır, eminim. Dertleri zevk edinmiş ve rahatına düşkün seçmen diye de adlandırabiliriz bu seçmen kütlesini.
Karşılarında ise, demokrasi tanımazlıkla, rant yağmacılığıyla, manda kasa jeep görgüsüzlüğüyle, para budalalığıyla örselenmiş de olsa, mağduriyetini bütünüyle gideremediğini hisseden dinamik bir başka seçmen prototipi.
Bu iki prototip için de geçerli olan –yerel yönetim bazlı- “seçmen” algısı, alabildiğine basittir. Her iki seçmen grubunun kahir ekseriyeti için, ideoloji –şimdi ile gelecek arasındaki tasavvur köprüsü- esasında ikincildir.
Birinci grup seçmen ilkin şuna bakar: Bu “adam/kadın” iyi bir belediye başkanı olabilir mi?
Burada, “aday”ın profili kadar, eğilim kütlesini bir araya getirebilecek özellikleri de önemlidir. Adayın geçmişi, vaatleri, ailesi elbette önemlidir ama bir o kadar “aday” ile kurulabilecek ilişki köprüleri, çıkar ilişkileri –burada sadece maddi çıkardan bahsetmiyorum-, yakınlık duyguları da önem taşır.
İkinci ve esas tayin edici sorusu şudur birinci grup “seçmen”in: Kazanabilir mi?
Bu iki soruya “Evet!” cevabı alan “aday”, sandıkta kazanmaya da adaydır.
İkinci grup seçmen ise, statükonun devamını talep eder. Vicdanî kopuşlar yaşaması, imkânsız değil ama zordur. Aidiyet duygusu belirleyici rol oynar ve birinci grubun adayı için her iki sorunun cevabını “Evet” yönünde verse de, bu doğrultuda oy kullanması sıradışı bir durumdur.
Bizimki gibi, demokrasi geleneği olan ama “Nerem doğru ki?” diye soran, devenin kulak kirini de içeren ülkelerde, tayin edici olmasa da üçüncü bir soru daha olduğunu –ilk iki soru ağırlığında olmadığını tekrar vurgulayarak- söylemeliyim: Bu iktidarın karşısına aldığı bir adayı seçersem, erkin intikamından payıma ne düşer?
Benim “domino efekti” diye tarif ettiğim, önümüzdeki üç seçimin ardışık dizilişi, bu üçüncü sorunun etkisini de bir hayli azaltıyor. Sözgelişi, sadece konut satışlarında ve geri ödemelerindeki olası bir durgunlukta “Detroitleşebilecek” yani iflas edebilecek İstanbul Belediyesi, iktidar partisinden geri alındığında, “erk”in –Diyarbakır misali- ekonomik düzlemde zulmedebileceği süre en fazla 1 sene.
Gelelim; sinik seküler seçmen ile mağdur psikolojisini koruyan seçmen esasen azınlıkta. Tayin edici derecede oyu etkileyici bir azınlıktan söz ettiğimi, elbette belirtmeliyim.
Tayin edici seçmen ise, bu iki eğilim kütlesine bakarak tercihini oya tahvil ediyor.
RP/AKP’nin, sadece kendi seçmen potansiyeline yönelik sosyal yardım politikasını, daima tiksinti ile karışık hayranlık duyarak izledim, izliyorum.
Hiçbir zaman RP/AKP seçmenine “makarnacı” demedim, yaptıklarını “sadaka kültürü” yaftalamasıyla aşağılamadım. Bizim Chavez de farklı bir sosyal yardım politikası gütmemişti sonuçta. Siyah Mercedes’ini hastane bahçesine park edip “yeşil kart”la tedaviye giren “adam”ları da sistemin bağırsak sorunu addettim.
Almanya ağırlıklı olmak üzere Avrupa genelinde 110 bin insanı dolandırarak 80 Milyar çarpan “yeşil sermaye” vurgunu ile başladı bütün bunlar –açmaya hazırım, belirteyim-. Deniz Feneri’nin 20 Milyar’lık vurgunu devede kulak içi kiri...
12 Eylül 1980 darbesini müteakkip ilk genel seçimde -6 Kasım 1983-, seçmen çoğunluğu, cuntanın işaret ettiği iki adayın partisine –Sunalp’in MDP’si ve Calp’in HP’si- değil, sistem dışı addettikleri Özal’ın ANAP’ına yüksek oy verdi. Halbuki DPT Müşteşarlığı’ndan yükselen Özal, 24 Ocak 1980 kararları itibariyle 12 Eylül’ün asli failiydi. Hâlâ atlatılamayan darbe sonrası travması da budur bence.
Az gittik uz gittik... diye başlar ya bu coğrafyada masallar, biz de –Pertev Nailî Beyefendi’nin ruhu şâd olsun- bir arpa boyu yol gittik. Tarımı bitir, dediler, bitirenlere alkış tuttuk. Haşhaşı bitir, dediler, bitiren Başbakan’ın –Erim- ABD’nde kırmızı halıda karşılanışıyla avunduk. Hayvancılığı bitir dediler, 10 Milyon küçükbaş hayvanın yetiştirildiği Hakkari vilayetini ekonomik olarak bitirdik. Sadece son on yılda 10 Milyon Hektar’ı aşan tarım arazisi üketilip imara açıldı.
Kısa keselim, paradan para kazanmayı alışkanlık haline getirenlerin sonucunu yaşıyoruz bugün. Gelir dağılımı adaletsizliğinden nemalananların Perşembe akşamı toplantı yapıp Cuma öğleni buluşanları rant yağmacılığı konusunda tirih yazıyor.
AKP gökten zembille inmedi. Erdoğan’da simgeleşen faşizm eğrisi de coğrafyamız için bir yenilik sayılmaz. Nedir, Gezi Direnişi’nde ortaya çıkan muazzam enerji, esasen, bizim iki yüz yıllık –Modern’den ve Çağdaş’tan daha fazla Batıcı eksenli de olsa- serüven içerisinde dönüştüğümüzü belirgin kıldı.
Üretmeyenlerin, yaratmayanların, otuz çeşit böğürtlenin, mantarın zehirlisi ile yenilebilenini ayırt edemeyenlerin, gözü dolar döngüsü erkine bağlanmış olanların topyekûnuna, Türkiye’den kuvvetli bir “Hayır!” çıkacak, biliyorum.
Haftaya “sinik-seküler”lerden bahsedeceğim. Onların sonucunu belirlediği seçimlerden...
Yeter ki “Hayır” nitelikli ve ilkeli olsun, bu “Hayır”ın içi dolu olsun. Kısaca, hayırlı olsun.
[email protected]