16 Eylül 2024
AKP Diyarbakır Milletvekili Galip Ensarioğlu, en olmadık sözleri, en olmadık zamanda söyleyen kişi olarak öne çıktı bu süreçte.
Narin’in öldürülmesiyle ilgili olarak Sözcü TV’ye “Bizlerin bazen bilmediği, bazen de bilip söylemememiz gereken şeyler var çünkü aile bizim dostlarımızdır” demesi haklı olarak tepki çekti. Yanlış anlaşıldığını savunarak sözlerini düzeltmeye çalışırken yine Sözcü TV’ye konuştu. Ama bu kez de sözleri “AKP’li vekilden istifa sinyali” diye haber oldu.
Bunun üzerine Ensarioğlu, sözlerinin çarpıtıldığını, siyaseti bırakmayı düşünmediğini belirten bir açıklama daha yapmak zorunda kaldı. Bu gelişmelerin gazetecilik açısından asıl dikkat çeken tarafı, Sözcü’nün haberini savunmak için yaptığı yayındı.
Sözcü TV Ankara Temsilcisi Mehmet Bal, ekrana çıkarak Ensarioğlu ile telefonla yapılan söyleşinin ses kaydını yayımladı. Fakat sanki görüntülü söyleşi yapılıyormuş gibi, ekranın bir tarafına Ensarioğlu’nun portresini koydular; öbür tarafta da Mehmet Bal, sanki o anda karşısında Ensarioğlu varmış da canlı söyleşi yapıyormuş gibi soruları seslendirdi. İnanılmaz ama gazeteci olarak ekranda rol yaptı; söyleşi yapan gazeteciyi oynadı! Bu sırada ekranın altında “Ensarioğlu röportajı Sözcü TV’de” yazıyor, izleyici “canlandırma” olduğu konusunda uyarılmıyordu.
Son derece yanıltıcı, gerçeği deforme eden ve gazetecilikle bağdaşmayan bir habercilik tarzı bu. Birincisi gazeteci rol yapmaz, habere oyunculuk katmaz, haberde canlandırma da olmaz. Söyleşi neyse odur, aynen verirsiniz; ses ise ses, görüntü ise görüntü.
İkincisi, Ensarioğlu’nun sözleri kayıttan, Mehmet Bal’ın soruları canlandırmayla aktarılınca söyleşinin özgün halini ne kadar yansıttığına emin olmak mümkün değil. Örneğin, Mehmet Bal, uzun bir soruyla Ensarioğlu’na, Sözcü TV’yi suçlamadığını söyletmeye çalışıyor; bir sorusunu “Bizim yönlendirdiğimiz sorularda bir çarpıtma olmadığını söylüyorsunuz değil mi, doğru anlıyorum” cümlesiyle bitiriyor. Ensarioğlu’nun yanıtı ise bu cümleye tam karşılık vermiyor.
Teknoloji olanak tanıyor diye telefonla yapılan bir söyleşiyi televizyonda görüntülü gibi sunmak etik bir davranış olamaz. Teknolojide sınır olmayabilir ama gazetecilikte sınırlar vardır; gazeteciler, editörler ve de sunucular bu sınırları içselleştirmeli.
Narin cinayeti hakkında en olmadık lafları saatlerce konuşup, sonra da “Biz burada senaryoları konuşuyoruz, tamamıyla gerçek olmayabilir” diye bitirmek de neyin nesi? Gerçekliğinden emin olmayacaksınız ama doğrulanmamış birtakım söylentileri, akıl yürüterek, acının üzerinde tepinerek reyting devşireceksiniz. Gazetecilik bunun neresinde?
Günlerdir ekranlarda yapılan bu. Şirin, sevimli bir küçük kızın öldürülmesi hakkında gazetecilik kodları ve ilkeleri hiçe sayılarak, toplumdaki travmatik etkileri umursamadan yayınlar yapılıyor. İnsanların acılarını yaşamalarına izin verilmiyor; bir köyün tüm ahalisinin yaşamı hoyratça harmanlanıyor. Kanayan yara pornografik bir şehvetle deşiliyor, kanatılıyor.
Ekran müptelası kimi gazetecilerin siyaset, eğitim, spor, dış politika, yargı gibi aklınıza ne gelirse her konuda bilirkişi olduklarını biliyorduk. Narin cinayetini de -her işin uzmanı olan medya maydanozu tiplerle birlikte- konuşurken hem polis hem dedektif hem savcı hem de yargıç oldular. Aslında çoğunun yaptığı, varsayımlara dayalı senaristlik.
Hürriyet’in, “Narin cinayetinde 4 senaryo”, Korkusuz’un “İşte o üç ihtimal” manşetleri gazetecilerin varsayımlarının haber sanılmasının çarpıcı örnekleriydi. Gazeteci, düğümü çözmek, sorulara yanıt bulmak için senaryo oluşturur. Sonra da araştırır, kanıt bulmaya çalışır. Senaryo, tıpkı iddialar ya da söylentiler gibi kanıtları bulanamadığı sürece başlı başına haber olmaz.
Narin’in cesedinin bulunduğu günden, hatta kaybolduğu ilk günlerden itibaren anne Yüksel Güran, “gayrimeşru ilişki yaşayan kadın” olarak damgalandı. Hâlâ da tutuklu olan amca Salim Güran ile ilişkisinden söz edenler var. Örneğin Sabah ve AHaber, tutuklanan Nevzat Bahtiyar’ın ifadesini, anne ile amcanın ilişkisini doğrulayan “itiraf” gibi yayımladı. Halbuki şu ana kadar ilişki senaryolarını doğrulayan bir veri çıkmadı ortaya. Tersine eşi Arif Güran yalanladı; Narin’in DNA testleri de babası hakkındaki senaryoları doğrulamadı.
Yine de Didem Arslan Yılmaz’ın programında, Yüksel Güran’ın, Narin’in arandığı günlerde “evine çağırdığı ambulanstaki hemşirelere ‘Devlet istiyor, gizli bir test yapılacak’ diye yanında getirdiği şırınga ile kan aldırdığı” yazılarak cinsel imalarda bulunuldu. Cumhuriyet’ten Ekonomim’e kadar birçok yerde “iddia” başlıklarının altında “ortaya çıktı” diye kesin ifadelerle haber oldu.
Duygu sömürüsü de had safhada. Star ve Show TV’de Narin’in ölüm haberi, cenaze töreni, bir film jeneriği gibi müzikler eşliğinde verildi. Halk TV’de Ece Üner’in sunduğu ana haber ağıtla başladı. Now TV ve bazı kanallarda da Narin’in bir düğündeki dans görüntüsü ölüm haberiyle birlikte ekrana getirildi. Ne yazık ki, insanların üzüntüsü üzerinden reyting, tiraj ve tıklama üretmeye çalışılırken travmatik etki ağırlaştırılıyor. Oysa haberlerde, “doğal sesin dışında efekt ve müzik” olmamalı, eski görüntüler haberin içeriğiyle uyumlu seçilmeli.
TV100 muhabiri Canan Altıntaş’ın canlı yayında “Bir şey gördüm söyleyemiyorum” diye ağlaması da gazeteciliği görsel şova dönüştürmenin başka bir örneğiydi. Gazeteci ne biliyorsa söyler, yazar. Doğrulayamıyorsa, etik açıdan sorun varsa da söyleyemediğini söylemez. Kaldı ki, sonradan da açıkladı; gördüğü de Narin’in cesedinin bulunmasından önce köylü kadınların bir evin önünde dualar okumasıymış. O kadar abartacak bir durum da yokmuş aslında.
Maalesef senaryo, iddia ve ihtimalleri aktarmaktaki cevvaliyet, araştırmada gösterilmedi. Örneğin, “WhatsApp mesajları vermiyor” diye günlerce yazıldı. Ta ki, DW’den bir muhabir META yetkililerini arayıp da “Mesajları kaydetmiyor, elimizde verecek mesaj yok” yanıtı alana kadar. Gazeteci önce araştırır sonra yazar/anlatır ama medyamızda kural tersine döndü.
Tabii gerçeğin peşinde koşan, somut kanıtları ortaya koyup başarılı işler yapan gazeteciler de vardı. Zaten asıl ilerleme onlar sayesinde oldu, onlar kamuoyunu bilgilendirdi.
Masumiyet ilkesi de tersine işledi. Önce köydeki herkes suçlu ilan edildi medyamızda. Cinayetin siyasi yanı olduğuna da peşinen karar verdi, hüküm yürüttü kimi gazeteciler. Kanıtlar yeni yeni ortaya çıkıyor ve suçlular belirleniyor; üretilen senaryolar birer birer çürüyor.
Bilgi karmaşası doğmasında yetkililerin kabahati de büyük. İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya bile “Çok açık değil mi” diyerek günler öncesinden tüm aileyi peşinen suçlu ilan etti. Polis, jandarma ve savcılık da baştan itibaren gazetecileri bilgilendirecek şeffaf bir kanal oluşturmadı. El altından bilgilendirmeyi yeğleyerek, şüphelilerin ifade metinlerini sızdırarak, söylenti ve senaryo gazeteciliğini teşvik ettiler.
Yine de medyanın Narin’i böyle sahiplenmesinin, ana gündem maddesi haline getirmesinin katillerin bulunmasına yönelik mesafe alınmasında büyük etkisi olduğunu söylemeliyim. Daha özenli olunsa ve araştırmacı gazetecilik örnekleri yarışsa daha hızlı sonuç alınabilirdi.
Onlarca haber sitesi ve gazete, “12 yaşındaki piyanistten 1 yılda 2 dünya birinciliği” başlığıyla kullandı Anadolu Ajansı’nın haberini. Antalya’da yaşayan Bade Uygun adlı çocuğun, Viyana’nın ardından, Barselona’daki “Grand Prize Virtuoso uluslararası müzik yarışması”ndan da altın madalya alarak birincilik ödülüyle döndüğü anlatılıyordu.
Haberde Bade Uygun ve öğretmeni dışında kaynak olmamasından şüphelenerek sözü edilen yarışmanın web sayfasına baktım. Öyle dünya ölçeğinde bir yarışma değil, 185 Euro ödenerek başvurulan, sürekli farklı ülkelerde müzik yarışmaları ve kazananlarla konserler düzenleyen bir organizasyon ile karşılaştım. Benzerleri Türkiye’de de olan ticari bir organizasyon.
Bu yıl Viyana’da yapılan yarışmada farklı enstrümanlar ve yaş gruplarına göre 18 yaşın altındaki 90’dan fazla çocuk kazananlar listesine girmişti. Barselona’daki kazananlar listesinde ise 56 çocuğun adı yer alıyordu. Daha ilginci, Viyana kazananları arasında Bade Uygun’un dışında Türkiye’den 12, Barselona kazananları arasında Türkiye’den 4 çocuğun daha adı vardı. Hatta 7 yaşındaki Alp Ata Demir de hem Viyana hem de Barselona kazananları listesine girmişti.
Türkiye’den katılan öbür çocukların ve özellikle de Alp Ata Demir’in yazılmamış olması, haber hazırlanırken araştırma yapılmadığını gösteriyor. En azından yarışma sayfasına bakılsa öyle “Dünya birinciliği” diye büyütülecek bir olay olmadığı anlaşılırdı.
Daha önce de defalarca benzer haberlerle karşılaştık. Uluslararası başarı kazandığını söyleyen herkese inanılıp, kontrol edilmeden haber yapılıyor; editörler de hiç sorgulamadan yayımlıyor. Daha önce onlarca böyle uluslararası yarışma kazanma haberlerinin palavra olduğu haberi çıktı ne muhabirler bir deneyim çıkardı ne de editörler.
Her haber böyle yapılıyorsa vay gazeteciliğin haline…
ELEŞTİRİ, ŞİKÂYET VE ÖNERİLERİNİZ İÇİN: [email protected]
Faruk Bildirici kimdir?Faruk Bildirici Gaziantep'te doğdu. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'ni (BYYO) bitirdi. Gazeteciliğe, Haziran 1980'de Cumhuriyet'te başladı. 12 Eylül askeri döneminde sıkıyönetim ve eğitim muhabirliği, 1983 seçimlerinden sonra da Başbakanlık, siyasi parti ve parlamento muhabirliği yaptı. Bir süre Haber Müdürlüğü görevinde bulunduğu Cumhuriyet'ten, Nisan 1992'de ayrıldı. Sabah Gazetesi'nde beş ay süren parlamento muhabirliğinden sonra Ekim 1992'de Hürriyet'e geçti. Yaklaşık beş yıl Hürriyet Ankara Büro Şefi olarak görev yaptı. Bu dönemde yazı dizileri hazırladı; portre yazıları kaleme aldı. Araştırma kitapları yayımladı. Bir süre yine Hürriyet'te araştırmacı-yazar olarak çalıştıktan sonra Mart 2002'de Ankara Temsilci Yardımcılığı'na getirildi. 2002-2003 yıllarında Tempo dergisinde "Kırlangıç Yuvası" köşesinde yazdı. 31 Ağustos 2004- 14 Mart 2005 tarihleri arasında "Anlatsam Roman Olur" başlığıyla Hürriyet gazetesinde gerçek yaşam öyküleri kaleme aldı. Bu dizide kaleme alınan öykülerden hareketle hazırlanan aynı adlı televizyon programı Kanal D'de yayımlandı. TV8'de "Çuvaldız" (1999-2001), Cine-5'te "Üç artı Bir", Tv 8'de "Nerede kalmıştı?" (2009) adlı programlar yaptı. Hürriyet Pazar'da "Puzzle portreler" başlığıyla yayınlanan portre söyleşileri hazırladı. Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı'nda üç dönem "Araştırmacı gazetecilik", Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde de iki dönem (2014-2015) "Parlamento muhabirliği", Başkent Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde de üç dönem (2016-2019) "Medyanın güncel sorunları" dersleri verdi. 19 Nisan 2010'dan Mart 2019 tarihine kadar Hürriyet gazetesinin Okur Temsilciliği (Ombudsman) görevini yürüttü. 3.5 ay kadar Radyo ve Televizyon Üst Kurulu üyeliği yaptı; Başkan Ebubekir Şahin'in birkaç yerden maaş almasına karşı çıkması üzerine AKP ve MHP kontenjanından gelen üyelerin oylarıyla RTÜK üyeliğine son verildi. Halen bağımsız "Medya Ombudsmanı" olarak, T24'ün yanı sıra bu misyonunu kabul eden ANKA, Gazete Duvar, Gazete Pencere, Gazete Kapı, Gerçek Gündem, BirGün, 12 Punto, Muhalif'te ve kendi web sitesinde medyadaki etik sorunlara dair yazılar kaleme alıyor. Yayımlanan kitapları: Gizli Kulaklar Ülkesi (Şubat 1998), Maskeli Leydi: Tekmili birden Tansu Çiller (Temmuz 1998), Üniforma Slogan Biber (Şubat 1999), Kuzum Bülent: Ecevit'e aileden mektuplar (Şubat 2000), Siluetini Sevdiğimin Türkiyesi (Temmuz 2000), Anıtkabir Racon Zambak (Nisan 2001), Hanedanın Son Prensi: Mesut Yılmaz ve ANAP'lı yıllar (Aralık 2002), Yemin Gecesi: Leyla Zana'nın yaşamöyküsü (Şubat 2008), Serkis bu toprakları sevmişti (Ekim 2008), Günahlarımızda yıkandık (2018) Medyanın ombudsmanı Saray’ın medyası (2021) |
Ömrümüz Bahçeli’nin şifreleriyle geçiyor...
Haber kanalları yöneticileri bu alarmın kapılarının önünde çaldığını duyuyorlar mı acaba?
“Masumiyet ilkesi”ni yok sayanların yaptığı gazetecilik değil, tıpkı Ergenekon ve Balyoz kumpasları sürecinde olduğu gibi, operasyon gazeteciliği…
© Tüm hakları saklıdır.