Bir sorunun çözümü için önce o sorunu tanımlamak gerekir. Sorunu tanımlamazsanız çözemezsiniz. Değil mi?
Kürt sorununun çözümünün önündeki en önemli engellerden biri, sorunun tanımlanması aşamasında görülmektedir. Bu engel aşılamadığı için ileri gidilememektedir. Aklı başında olan kişilerin hepsi ülkemizde bir Kürt sorunun varlığını taplar (kabul eder). Gel gelelim, "Kürt sorunu nedir?" sorusuna verilen yanıtlar birbirinden çok farklıdır. Bu kadar farklılık olunca Kürt sorununun çözümü daha da güçleşiyor. Herkesin olmasa da nüfusumuzun çoğunluğunun üzerinde anlaşabileceği bir tanıma ulaşılmasını Kürt sorunun çözümü için gerekli görüyorum. Aslında ortak tanım bulmak parlamentonun işidir. İşleyen bir demokraside parlamento bir komisyon kurar, ortak tanım bulmaya çalışır. Tanımlama işlemini hükümet de başlatabilir elbette. Bir ya da birkaç bilgin kişiye rapor hazırlatır, sonra bu raporu parlamentoya sunar. Parlamentonun çalışmaları çok uzun sürebilir, ama sonuca yönelik oldukça, kamuoyu bu çalışmalara güvenebildikçe süre uzunluğu mesele edilmez, acele edip işe şeytanı karıştırmaktansa çalışmayı olgunlaştırıp bir uzlaşmaya varmayı yeğler aklı başında kişiler. Böyle bir tartışma, görüşme, birlikte çalışma ortamı oluşturulamayınca çeşitli kişiler, gruplar sorunu kendine göre tanımlar, bu tanıma göre siyaset yapar, hareket eder, ortalık karışır. Bir bakıma Türkiye’de olan budur.
Kürt sorununun çeşitli tanımları arasında Atatürk’ün yaptığı bir tanımı ilginç bulurum. Mustafa Kemal, Eskişehir – İzmit Konuşmaları (1923) başlıklı kitaptan (Kaynak Yayınları) alıntılıyorum:
"Kürt meselesi, bizim yani Türklerin menfaatine olarak da katiyen mevzubahis olamaz. Çünkü malumualiniz bizim hudut – u millimiz dahilinde mevcut Kürt anasır o surette tavattun etmiştir ki pek mahdut yerlerde haiz – i kesafettir. Fakat kesafetlerini kaybede kaybede ve Türk anasırının içine gire gire öyle bir hudud hasıl olmuştur ki Kürtlük namına bir hudut çizmek istersek Türklüğü ve Türkiye’yi mahvetmek lazımdır. Faraza, Erzurum’a kadar giden, Erzincan’a, Sivas’a kadar giden, Harput’a kadar giden bir hudut aramak lazımdır. Ve hatta Konya çöllerindeki Kürt aşairini de nazar - ı dikkatten hariç tutmamak lazım gelir. Binâenaleyh başlı başına bir Kürtlük tasavvur etmekten ise bizim Teşkilât-ı Esasiye Kanûnu mucibince zaten bir nevi mahallî muhtariyetler teşekkül edecektir. O halde hange livanın ahalisi Kürt ise onlar kendi kendilerini muhtar olarak idare edeceklerdir. Bundan başka Türkiye’nin halkı mevzubahis olduğunda onları da beraber ifade lazımdır. İfade olunmadıkları zaman bundan kendilerine ait mesele ihdas etmeleri daima variddir. (Vurgu benden. O.D. Bu sözlerin önemine değerli bir arkadaşım dikkatimi çekmiştir.) Şimdi Türkiye Büyük Millet Meclisi, hem Kürtlerin ve hem de Türklerin sahib – i selâhiyet vekillerinden mürekkeptir ve bu iki unsur bütün menfaatlerini ve mukadderatlarını tevhid etmiştir. Yani onlar bilirler ki bu müşterek bir şeydir. Ayrı bir hudut çizmeye kalkışmak doğru olmaz."
Atatürk’ün yukarıdaki sözleri üzerinde bir çok tartışmalar yapılmıştır. Değişen koşullar ışığında tartışmaların uygarca sürdürülmesi de gerekir. Örneğin, "Kürt anasır"ın "haiz – i kesafet" olduğu yerlerin sayısı o günlerden bu yana artmıştır. Ömer Seyfettin’in şöyle bir sözü vardı: "Kürtlere gelince, bu unsur az olduğundan Türklerden ayrılığı şimdiye kadar aklına bile getirmemiştir. Bulunduğu muhit itibarıyla Türklerden ayrılırsa Ermenilere yahut Ruslara karışmaları icabeder ki, böyle bir fikir onlarca en büyük hıyanet, en şeni bir cinayettir." Bu söz edildiğinden bu yana, yüz yıl içinde koşullar çok değişmiştir. Nüfus konusu önemlidir. Milyonları "asimile" edemezsiniz. Öte yandan, "Mahalli muhtariyet" demek ille ülke içinde sınır çizmek anlamına gelmez. Avrupa Konseyi’nin, tarafı olduğumuz bir yerel özerklik anlaşması vardır, hepimiz biliyoruz, orada çözüm aranabilir. Genel olarak dünyada, etnik kimliğin özgürce ifade edilebilmesi ve anadil kullanımı 1920’lere göre çok daha önemli hale gelmiştir. Bütün bunlar tartışıladursun, Atatürk’ün sözleri arasında benim özellikle ilgimi çekenler, vurgu yapmış olduklarımdır. Atatürk’ün sözlerinin anlamı çok açık. Türklerle Kürtlerin birlikte ifade yolunu bulunmazsa sorun çıkar. Atatürk’ün beraber ifade kavramının üzerine yoğunca düşünmemiz, bu kavramı tartışmamız gerekiyor. Birlikte yaşayan iki taraf, birlikte ifade olanaklarını geliştirmezlerse o birlikteliğin tadı kaçmaya başlayabilir. İnsan ilişkilerinde, günlük yaşamımızda da öyle değil midir?
Birlikte ifadenin nasıl sağlanacağı konusunda bilgiçlik taslamaya kalkışacak değilim. Günlük yaşamdan anayasaya kadar çeşitli katmanlar, alanlar söz konusudur. Elbette, en can alıcısı anayasa katmanıdır. Karşılıklı oturup tartışmak (öncelikle parlamentoda) gerekir. Benim gördüğüm, genel olarak görülmesi gerektiğini düşündüğüm şey, taraflardan birinin diğerini "Sen benim gibi konuş, o zaman kendimizi birlikte ifade etmiş oluruz" diye zorlamasıyla birlikte ifadenin gerçekleşemediğidir.
Bence, birlikte ifadenin birinci koşulu Türk, Kürt demeden herkes için ifade özgürlüğünün sağlanmasıdır, hem de bizim dar kalıplarımıza göre değil, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne göre sağlanmasıdır. (Oysa bu sözleşmeye uymamız Anayasamız gereğidir, ama biz böyleyiz, işimize gelirse...) Bırakın birlikte ifadeyi, ayrı ayrı ifadenin bile güçleştiği bir ortamda yaşıyoruz. Kürtlerin işi daha zor görünüyor. Oysa, hangi Kürt yurttaşımızın bir yakınması varsa bunu özgürce dile getirebileceği bir ortam yaratılmazsa sorunları saptamak, çözümlemek çok güçleşir. Bunu da biliyoruz, ama...
Kürtlerin Türkiye’nin tümüne seslenebilmek için dertlerini Türkçe dile getirmeleri elbette beklenir. Nitekim, tanıdığımız Kürt politikacılara bakın. Hepsinin Türkçesi çok düzgün, anlatım yetenekleri yüksektir. Onların ne dediklerini iyi dinlemezsek, yanlış anlarız, yanlış işler yapabiliriz, onların yanlış yapmalarına yol açabiliriz. Dinlemek diyalogun ilk adımıdır. Dinlersin, beğendiğini, beğenmediğini açıkça söylersin, o zaman diyalog başlar. Ne ki, yeniden vurgulayalım, verimli bir diyalog ancak sağlıklı bir ifade özgürlüğü zemininde gerçekleşebilir. Birlikte yaşayacaksak, birlikte ifadenin yolunu bulmamız gerekir. Birlikte ifadenin yolu konuşa konuşa bulunur.
Bunun yanısıra Kürtlerin kendi dillerini geliştirmek, kendi aralarında kullanmak çabalarını engellememek gerekir. Nitekim, Lozan Antlaşması'nın 39'ncu maddesi Kürt vatandaşlarımıza özel alanda ana dillerini istedikleri kullanmak, yazmak, ana dillerinde yayın yapmak hakkını tanımıştır. Gel gelelim, Lozan Antlaşması her vesileyle savunulur anılırken, 39'ncu maddesi gözden kaçagelmiştir. Kürtçe dili ve Kürt sözcüğü yasaklanarak Lozan’ın 39'ncu maddesi ihlal edilmiştir. Kürt sözcüğünün, Kürtçenin yasaklanması, bu yasak ortadan kalksa bile kolay unutulabilecek bir baskı değildir. Bu tür baskılar halkın belleğinde, bilinçaltında, duygu âleminde onarımı uzun süren hasarlara yol açar.
Etnik kimliğin ifade edilebilmesi de ifade özgürlüğünün bir parçasıdır. Yasalarımıza göre T.C. vatandaşlarının hepsinin Türk olduğunu öne sürmek bu sorunun çözümüne yardımcı olmaz. Dünyanın her yerinde etnik kimlik bastırıldıkça sorun büyümüştür. Diyelim bir yurttaşımız "Ben T.C. vatandaşıyım, böyle olmaktan da çok memnunum, ancak Türk değil Kürdüm" derse ne yapacaksın, o kişinin boğazına sarılıp "Sen Türksün, Türksün, yanılıyorsun" mu diyeceksin? Bir zamanlar Bulgaristan’da "Türküm" diyen Türklere "Hayır, sen Bulgarsın" dayatmasıyla neler yapmışlardı, ben unutamam günleri, o örneği, sizi bilmem.
"Türkçe edebiyat denmez, Türk edebiyatı denir" diyenlerde (Ben ikisini de yerine göre kullanıyorum) çıkış noktaları bir yandan Kürtçeden duydukları tedirginlik, öbür yandan T.C. vatandaşlarının hepsinin yasal olarak Türk oldukları hükmüdür. Ayrıca ileri sürülen, Kürtçenin gelişmiş bir dil olmadığı savı da gülünçtür. Bakın! Dario Fo Tükçeye çevrildiği gibi Kürtçeye de çevrilmiş. Bunlar yanlış çıkış noktalarıdır, kişiyi birlikte ifade sorununu çözmeye değil, tersine, ağırlaştırmaya götürür. Özgürlükçü, demokratik bir kültüre uygun olmayan bir yaklaşımdır bu.
Birlikte ifade sorununun çözümlenememesinin nedenlerin biri de budur işte: Etnik kimliğe dayalı yaklaşımların üstün gelmesi. François Mitterand’ın 1995 yılında ettigi bir söz evrensel üne kavuşmuştur: "Le nationalisme, c’est la guerre." Türkçesi: Nasyonalizm savaş demektir. Biz nasyonalizmi Türkçeye milliyetçilik sözcüğüyle aktarıyoruz. Yanlış ama öyle yerleşmiş. Nasyonalizmin tam doğru Türkçesi ulusalcılıktır. Ülkemizde yurtseverlik (vatanperverlik) kavramının yerleşmemiş olması, kendilerini sağcı görenlerin milliyetçilik, solcu görenlerin ulusalcılık kavramını yeğlemeleri, siyasal Kürt hareketinin de mikro etnik milliyetçiliğe savurabilmesi birlikte ifade arayışlarını güçleştirmektedir.
Ben bunları söylerken, sağdan soldan nasyonalistlerin kaşlarını çattıklarını, "Ya terör?" dediklerini görür işitir gibi oluyorum. Terörle mücadelede evrensel bir altın kural bilirim, bilinsin, benimsensin isterim: "Terrorism cannot be justified under any circumstances." (Terörizm hiçbir koşul altında haklı gösterilemez.) Kaldı ki, bildiğim bütün insan hakları belgelerinde terörizm demokrasinin, insan haklarının önünde engel olarak gösterilir. Dolayısıyla terörizmle mücadele meşrudur. Ancak, çok gördüm, okudum, terörizmle mücadele gerekçesiyle öyle vahim ve içimize sindirilmesi olanaksız insan hakları ihlalleri yapılıyor ki, bunları terörizm kendini haklı göstermek için kullanıyor. Terörizm / insan hakları ihlalleri kısır döngüsüne düştünüz mü, içinden çıkamıyorsunuz. Elbette, haritayı değiştirmek isteyenler de kısır döngünün bataklığa dönüşmesini yeğler. Bu catch – 22 durumunun gelişmesi demokrasiyi yaşam biçimi olarak seçenlerin lehine olmamaktadır. Bir yandan terörizmle mücadele ederken, öbür yandan mutlaka insan haklarını, demokrasiyi, hukuk devletini geliştireceksiniz ki kötü niyetlilere istismar edecekleri koz verilmesin.
Birlikte ifade arayışlarının güçlenmesi için demokrasi, insan hakları ve hukuk devleti temelinin sağlam atılması zorunludur. Herkesin korkmadan konuşabilmesi, rahat etmesi sağlanamadıkça değil Kürt sorunu, hiç bir sorun zaten çözümlenemez. Herkesin kendini istediği gibi ifade edebilmesi ama bunu, aynı ilkelere, aynı yurda ve birbirine bağlı olarak, karşılıklı saygı içinde, mutlulukla yapabilmesidir toplumsal bir amaç. Kanımca Yaşar Kemal’in de düşü buydu.
İşte edebiyatın önemi buradadır. Edebiyatın bir dilde gelişmesi, o dili konuşanların kendilerini özgürce ifade edebilmesi demektir. Birliktelik birinin diğerini kendine buyurganlık yoluyla özdeş kılması değildir. Türkçe ifade edersen kendini Türkçe edebiyatı geliştirirsin. Kürtçe ifade edersen kendini Kürtçe edebiyatı geliştirirsin. (Ancak, bu çağda edebiyat geliştirmeyi etnik milliyetçilik anlamında Türklüğü ya da Kürtlüğü geliştirmek için bir araç olarak görürsen çok yanlış yaparsın. Geri teper.) Kendini özgürce ifade aşaması, herkes kendini evinde hisseder, ortak evrensel değerlere karşılıklı saygı gösterirse, zamanla birlikte ifadeye dönüşecektir. Kimse karışmasın yazarların diline, hangi kavramı nasıl kullandığına! Neyse ki, dışarıdan karışmacı kafa değişmese de dünya değişiyor. Size belki paradoksal gelecek ama, ben, "yeni lisan yeni insan" diyen Ömer Seyfettin’le de, Kürtçeyi geliştiren Mehmed Uzun’la da, yani ülkeye bakışları birbirine karşıt görünen, biri geçen yüzyılın, diğeri bu yüzyılın başından bize seslenen iki yazarla aynı ülkeden olmaktan bir yazınsever olarak mutluluk duyuyorum. İki rahmetli yazarımızın öbür tarafta bir kenara çekilmiş Dario Fo’nun oyunun nasıl yasaklanabildiğini tartıştıklarını düşünüyorum.