19 Temmuz 2012

Türkler Meditasyonda

Bilmiyorum artık Türkler mi deseeem, Kafa Gidikler mi desem. Ama biz üç ortak, ‘bilmeden’ bir nefes teknikleri ve meditasyon seansına katıldık

Bilmiyorum artık Türkler mi deseeem, Kafa Gidikler mi desem. Ama biz üç ortak, ‘bilmeden’ bir nefes teknikleri ve meditasyon seansına katıldık.

Birlikte çalıştığım iki ortağım, aynı zamanda çok yakın dostlarım. Maşallah kendileriyle muhabbetimiz boldur. Mümkün mertebe en kötü zamanlarımızda bile gülmeye çalışırız. Gülünmeyecek yerde de güler, kendimizi rezil ederiz. Neden böyle saçmalarız bilmiyorum.

Geçenlerde bir tanesi geldi dedi ki, “Eski bir arkadaşımız yeni bir yer açmış. Davet etti, çıkışta oraya gidiyoruz.” Peki, gidelim.

Nereye gittiğimizi pek bilmeden işten kafamızı kaldırıp yola çıktık. Yolda yine iş konuşarak mekana vardık. Arkadaşımızı göreceğiz, “Hayırlı olsun” diyeceğiz, hediyemizi vereceğiz, iki sohbet edip kalkacağız.

Meğer arkadaşımızın yeni işi meditasyonmuş. Şimdi cehaletimle yanlış yunluş şeyler anlatmayayım ama kısaca onu tanıdığımız zamanlarda yapmakta olduğu kendi mesleğini bir anda bırakmış, yıllarca Tibet senin Çin benim dolaşıp kendini eğitmiş, aylarca kimselerle konuşmadan kendini dinlemiş. Yaklaşık 10 yıllık bir soyutlanmadan, eğitimden sonra Türkiye’ye dönmüş.

Ortada senin benim aklımızın pek almayacağı, müthiş bir durum var yani.

İnanılmaz seviyede bir dinginlik, eğitim, hoşgörü sahibi, dünya tatlısı bir insan, şimdi de bizim kendimizi dinlememize yardım etmek istiyor. Böyle bir ortam.

Biz kafamızda bin tane iş, kapıyı çalıp arkadaşımızı meditasyon kıyafetiyle karşımızda görünce tabii donduk kaldık. Önce o kafayla kendimizi kıyafetin güzelliğine kaptırıp hemen kumaşa dokunmaya, “Aaa ne güzeel! Ne bu kumaaş?” diye sormaya başladık. Yahu adam ermiş, Nirvana’ya ulaşmış, biz bayağı, “Nerden aldıııın?” falan diye paçalarına yapışıyoruz.

Arkadaşımız bizi anlayışla karşılayıp sessizce sakinleşmemizi bekledi. Bizim “Ay ayakkabıları çıkarıyor muyuz?” “Ay lavabo nertee?” gibi abuk sabuk sorularımıza da anlayışla kafasını salladı; güzel, sakin bir müzik eşliğinde bize oturacak yer gösterdi, bitki çayları ikram etti, “Nasılsınız?” dedi.

Biz tabii Facebook’tan Twitter’dan WhatsApp’tan iki dakika uzak kalmanın verdiği şokla titreyerek çaylarımızı içmeye çalışıyoruz. Ortamda elektronik hiçbir şey yok, sakin bir ışıklandırma, huzur dolu, tertemiz bir hava. Bizim gözler fıldır fıldır, “Eii n’apalım iş güç” falan gibi saçmalıyoruz, konuşacak bir şey bulamıyoruz.

En sonunda benim ağzımdan şöyle bir soru çıktı: “Eee, peki sen yani nasıl, yani nasıl böyle oldun?” Agggh. “Nasıl böyle oldun” mu?? Benimkiler bana bakıyorlar, benim yüzüm çoktan iki elimin arkasında.
 
Neyse ki arkadaşımız her şeyi çoktan aşmış, bütün saçmasapan sorularımızı gülümseyerek güzel güzel yanıtladı, sonra da “Haydi sizinle biraz nefes egzersizi yapalım, biraz meditasyon çalışalım,” diyerek bizi mumlarla süslü o dingin alana aldı. Büyük bir uzmandan özel ders alıyoruz. Arkadaşımız başına geleceklerden habersiz.
 
Minderlere oturduk. Biz sükunet bilmeyiz, on yıldır bir durup “N’oluyor böyle koşturmak?” dememişiz, yamuk yumuk eğilip yere oturmaya çalışmamız zaten neredeyse 1 saat sürdü. O ayakları nereye koyacağız, o eller nerede duracak belli değil.

İçinizde meditasyon-yoga vs. yapanlarınız vardır. İnsan böyle durumlarda önceki akşamdan kendini bir suya koyar. “Yarın ben işten sonra çıkayım biraz kafamı düzenleyeyim, nefesimi oturtayım, içimi açayım, farkındalığımı arttırayım,” der. Bir kafasını hazırlar, bir şeyler yani. Böyle lambur lumbur sakinleşmeye oturmak, vızır vızır dönen gözünü kapatıp gönül gözünü açmak diye bir şey olmaz. “Yapamam ben bu kafayla, bitmişim ben canım arkadaşım” de, çık oradan değil mi? Yok, serde hırs var.

Başladık nefesimizi alıp sayarak dışarı vermeye. Nefesini alıyorsun, “Biiiiir” diye uzun uzun sayarak veriyorsun. Ömrümde böyle güzel nefes vermemişim, müthiş etkili bir yöntem. Önce güzel güzel başladık. Üüüüç’e kadar başarıyla geldik, derken öğretmenimiz “Biraz sesinizi duyayım,” dedi. Şimdi ben hırslıyım ya, dedim “Bu benim sesim iyi çıkmıyor, bağırmalıyım.”
 

\Nefesimi aldım, “Dööört” diye vereceğim. Aman kardeşim, sesimi yükselteyim derken ayarım bir kaçmış, bir bağırmışım “Dööört” diye.

O saate kadar hiç sinirler bozulmamış. Elimizden geldiği kadar adapte olmaya çalışmışız. Fakat benim “Dööööğğğğğhhhhrt” diye son ses bağırmamla üçümüzün birden yere kapaklanmamız bir oldu. Lisede saygı duruşunda patlayarak gülmek gibi, dağıldık. Yapamıyoruz, bizi salın.

Öğretmenimiz inanılmaz bir şekilde umudunu yitirmedi ve bizi motive etmeye çalıştı. “Evet. Sizin ekip ruhunuz çok güçlü. Ama her şeyi birlikte yapmak diye bir şey yok. Burada tek başınızasınız. Baştan alacağız.”

Aldık baştan. Sonra benim ortaklardan iri yarı olanı “Altıııııııı...” derken iyice bas bariton olunca yine “fjdhkjhdjg” diye güldük, öğretmenimiz “Devam!” diye bağırdı, kendimizi tuttuk artık.

Oksijenden, güzel nefes almaktan başım döndü. O kısımları süper.

Sonra meditasyona geçtik. Sadece kısa bir egzersiz yapacağız. Önemli olan “orada ve o anda” olmak. Kendini “izleyeceksin.” Amaç bu. Bu arada dalıp gitmemek için her nefesini 1’den 10’a kadar sayacaksın. Dalıp rakamları karıştırırsan tekrar başa dönüp saymaya 1’den başlayacaksın. Yine 10’a kadar.

Ben bu son kısmı kaçırmışım.

Başladık meditasyona. Hiçbir şey yapmadan, kıpırtısız, sadece nefes alıp vererek kendimizi izledik. Müthiş bir duygu, tamamen yabancısı olduğumuz bir duygu.

Bittiği zaman hepimiz kendimizi aydınlanmış hissediyoruz, kendimizden çok memnunuz. ‘Bu olayı başarıyla tamamladık, hatta biraz dinginleştik’ falan diye birbirimizi tebrik ederken, öğretmenimiz sordu: “Sayma kısmı nasıl geçti?”

Benim ortaklardan genç ve atik olanı “Çok iyi geçti örtmenim, ben bazen daldım hemen başa döndüm efendim,” falan diyor. Tebrik, alkış kıyamet. Ben dedim ki, “Ben 110’a kadar tıkır tıkır geldim.”

Öğretmen bir şaşırdı, “Nasıl yüz on?”

Atik ortağım da bana döndü, “Yüz on ne abi?”

“E saydım ben 110’a kadar işte?” Rezalet. Ben birkiüşdört diye nefes verirken peşaltıyedi diye çocuklar gibi nefesi içime çekerek haldır haldır saymışım.

Diğer ortaktan ses yok bu arada. Bakıyor bize. “Ee,” dedi öğretmen, “Peki senin nasıl geçti?” Bizimki anlatıyor: “Yahu ben, yani ben dalmışım, hiç, yani şey, hiç saymadım ben.” Durmuş, öyle saymadan uçmuş gitmiş, yeşil tarlalar düşünmüş, okyanus düşünmüş, kırmızı şapkalar, ördek yavruları düşünmüş.

Öğretmenimiz-gurumuz diyor ki, “Önemli olan dalıp gitmemek yavrucuğum, burada olmak, tam bu anda olmak demedim mi ben?”

Ne beklersiniz? Bizimki desin ki “Ah çok pardon, yanlış yaptım.”

Hayır efendim. Bu işe on yılını vermiş bir insanın karşısına geçti bizimki, anlatıyor: “Ama valla bak, ben sana bir şey söyleyeyim mi, böylesi çok daha iyi, yeminle bak. Böööyle dinleniyorsun. Bööyle bir huzur geliyor.”

Adam diyor ki “İşte sizde dikkat dağınıklığı var. Dalıp gidiyorsunuz.” Bizimki ısrar ediyor: “Yaa ben sana bir şey söyleyeyim miiiii, bu şekilde çok daha güzel bak, bak vallahi bak ha. Ayyyy ne güzeldiiiiiiii...”

Oradan canım arkadaşım bizi nasıl kovmadı, nasıl arabaya bindik, nasıl evlere dağıldık bilmiyoruz. O kısmı tam bir muamma. Görmemişin meditasyonu olmuş, çıkmış “Dööğğhhrt” diye bağırmış.

Ertesi gün ekip soruyor “Acaba şu raporu şöyle yapsak daha mı iyi olur?” Biz büyük bir özgüvenle “Hayır,” diyoruz. “Dün akşam Dalai Lama’ya işini öğrettik, Türküz biz, oradan biliyoruz.”

Yazarın Diğer Yazıları

Aşkım, Nur'um, Yengi'm

Gelişmiş bir deliydi bu, bana sorarsanız. 30 yaşlarında -veya 20’dir belki...

Bir şey soracağım, sen ağladın mı?

Canı istemeyen erişkin insanlar bilsinler ki son fırsat, çıksınlar sinema salonundan...

Hişt, beyaz yaka, bak bu da bizim en uzun gün

Yanağım sarkmasın diye sırt üstü uyumaya çalıştığım bir gecenin sabahıydı. Dolayısıyla firavun gibi altın sarısı ve elimde mızrakla gözlerimi açtım.