20 Mayıs 2009

Tahtalar, önlükler ne renk?

Okula gittik biz. Aynı okula gittik biz.

Lisenizin bahçesindesiniz. Pazartesi sabahı. Sıra sıra dizilmişsiniz. Okul müdürü konuşma yapıyor. “Ortalık leş gibi. Çöplerinizi etrafa atıyorsunuz. Okula eşofmanla gelinmeyecek diyoruz. İlk ders Beden Eğitimi bile olsa formanızı giyeceksiniz. Koridorda koşuyorsunuz. Boş derslerde sınıflarda sessizce oturulacak...”
Bakıyorsunuz müdüre. Daha çok önünüze bakıyorsunuz. Biri saçınızı çekiyor. Arkanıza dönemiyorsunuz. Nöbetçi öğretmenin gözü üzerinizde.
“Kulu kotalarınızı yerlere atıyorsunuz...”
Kulu kota mı? Kutu kola yerine kulu kota dedi. Ehehe. Ehe. Ehe. “Şşşşt!” Nöbetçi öğretmen gülmüyor.
Bir taneniz, içinizde bir taneniz, bütün okul hayatınız boyunca, bu konuşmalardan birini bile üzerine alındı mı? O Müdür Bey o konuşmayı nasıl hazırladı, yaptığınız haylazlıkları bir bir düşündü... Herbirinizin yüzü, bir pislik yaparken adamın gözünde canlandı. Bunun üzerine bir dakika bile düşünüp, ah ben de ortalığı çok kirletiyorum, koridorda lambur lumbur koşuyorum, sıranın altına tükürüğümden göl yapıyorum, kara sinekleri ipe bağlayıp uçuruyorum, ne ayıp ediyorum, dediniz mi?
“O sıralar karalanmayacak. Evde masanıza resim çiziyor musunuz?”
Evde mi?
Evde çizer miyim ya. Akıl var mantık var.
İşte bu, belli durumlarda belli şeyleri üzerine alınmama özgürlüğü, okul denen resmi topluluk yuvasına dahil olduğun o güzel günlere özgü, nefis bir duygudur. İstediğin kadar üzerine alınma, içinde bulunduğun grubun ve ortamın, yaşının doğasının bir dinamiği var. Çocuk dediğin koridorda koşar. Çok çocuk olan yerde, daha beter koşar.
Çocuk yüzünü rüzgara vermemeyi bilmez. Çok çocuk, hiç bilmez. Çocuk dediğin şeyin, oraya buraya dili dışarda resimler çizesi vardır. Çok çocuk olan yerde, çok resim olur. Rengarenk olur. Büyükler sınır koyar, “çok çocuk” o sınırları kımıl kımıl hücreleriyle eşeler, birbirinden aldığı güçle, aynı deneyimsizlikle, aynı “daha iyisini bilmeme”yle, dener durur.
Şartlar nasıl olursa olsun, evdeki sosyo-ekonomik sınıflar ne kadar farklı olursa olsun, 1-B, 1-C haylazlık potansiyeli dışında neredeyse birbirinin aynıdır. Aynı öğretmen, aynı kitap, aynı günaydın-sağol-oturun’lara maruz, binlerce “yeni” insan. Her derste, öğrendikleri her kelimeyle, girdikleri her sınavla, birlikte büyürler. Her teneffüste, birlikte tekrar küçülürler.
Büyükler yukarıları belirler, okul çocuklarının dünyası alabildiğine kendi göz hizalarındadır. Yataydır okul çocukluğu. Okulda zaman, hayatının hiçbir döneminde başına gelmeyecek şekilde, genişlemesine yayılır.
Bu yüzden okul zamanı, zaman su gibi akıp geçmez. Sonsuzdur. Okul bitince, şaşkınlıktan ne yapacağını şaşırır okul çocuğu. İnanamaz bittiğine. Yeni hayata atılmanın heyecanıyla pek kimse ağlamaz okul bitince, sonradan anlar, okulun bittiği an, insan yaşamının en hüzünlü anıdır neredeyse.
Bu yüzden bıkmayız Hababam Sınıfı izlemekten. Okulda her çeşit insan olabilir. Ve herkes, o küçücük aklıyla, bununla bir şekilde başetmeyi öğrenir.
Okul arkadaşı, bir tanedir. Sonrakilerden farklıdır. Yabancı bir tepeyi oynayarak birlikte tırmandığındır. Hep birlikte sadece bilgiye maruz kalma, sonra en fazla o bilgilerin sana geri sorulması hali, alacağın notun sorumluluğu ya da sorumsuzluğudur birlikte yaşadığın. Okul arkadaşıyla yıllar sonra karşılaştığında bile huzursuz sessizlik yaşamazsın.
“Aynı okula gittik biz.” İstersen o okulda birbirinle hiç oynamamış ol. Okul anısı, ayrı katlarda, ayrı koridorlarda, ayrı azarlara maruz, ayrı karatahtanın önünde, kafayı aynı şekilde eğdiğinin anısıdır. Hep bitsin diye hayal ettiğin okul, çoğu zaman evden daha adildir, daha çok “senden” vardır okulda. Karatahta yeşildir, beyazdır. Önlüğün rengi yoktur senin aklında.
Bir çocuğa, her çocuğa, okula gitme imkanı tanımaya hayatını adamak, herkes eşit şartlarda eğitim alsın, bilim öğrensin, hayatı öğrensin, insanlığı öğrensin, yaşama bir katma değeri olsun diye uğraşırken, aynı zamanda ona yaşamının en değerli, en adil, en özgür, en özel, en ait, en renkli, en anlamlı anılarını hediye etmektir.

Yazarın Diğer Yazıları

Aşkım, Nur'um, Yengi'm

Gelişmiş bir deliydi bu, bana sorarsanız. 30 yaşlarında -veya 20’dir belki...

Bir şey soracağım, sen ağladın mı?

Canı istemeyen erişkin insanlar bilsinler ki son fırsat, çıksınlar sinema salonundan...

Hişt, beyaz yaka, bak bu da bizim en uzun gün

Yanağım sarkmasın diye sırt üstü uyumaya çalıştığım bir gecenin sabahıydı. Dolayısıyla firavun gibi altın sarısı ve elimde mızrakla gözlerimi açtım.

"
"