18 Mayıs 2009

Bütün ‘Küçük’lere

Belleğimiz, utandığımız, aşağılandığımız anılar konusunda zehir kesilir.

Bazı durumlarda kendinizi küçücük, minicik hissediyor musunuz?
Telefonunuz çalmadığında, iş görüşmeniz kötü geçtiğinde, hayalinizdeki tatile hayalinizdeki kişilerle çıkamadığınızda, başkası gibi davranmanız istendiğinde, kendinizi ispatlayamadığınızda, el üstünde tutulmadığınızda, içinizdeki o nefis, güzel, iyi şeyler bir türlü su yüzüne çıkmadığında, takdir edilmediğinde, tadı çıkarılmadığında?
Utandığınız, aşağılandığınız anların anıları zihninizde yeni izlediğiniz bir filmin sahneleri kadar berrak mı?
Okul müsameresinde yaptığınız hata, önemli bir sunumda yaptığınız yanlış açıklama, kırdığınız pot, karşılıksız aşkınız...
Hayat bize, hata yapmamamızla ilgili garip ihtarlar verir. Belleğimiz, utandığımız, aşağılandığımız anılar konusunda zehir kesilir.
Ben küçükken, yaşadığım çevrede kız çocuklarını bale kursuna göndermek gibi bir eğilim vardı. Yok, öyle saraylarda falan büyümedim. Mahalleye bir bale kursu açılmıştı. Küçücük, dükkan gibi bir yer. Şimdi benle birlikte büyüyenlerle konuştuğumda, neden en kazmamızdan en zarifimize hepimizin ‘baleye’ gittiğini, yine de hiçbirimizde narinlikten eser olmadığını merak ediyoruz. Belki de kurs boyunca yıl sonunda yapılacak gösteriye çalışıldığından.
Yıl sonu gösterisi zamanı gelmiş, hepimiz ‘tütü’lerimizle salonun soyunma odasında toplanmıştık. Herkese gösteriye bir buket çiçekle gelmesi söylenmişti. Ben de babama zorla o çiçeklerden aldırmıştım. Ne için olduklarıyla ilgili hiçbir fikrim yoktu.
Gösteri müthiş geçti, sahneyi terkettiğimizde salon alkıştan inliyordu. Bir sonraki hatırladığım şey, ben soyunma odasında tek başıma giyiniyordum. Benden başka ne bir balerin, ne de herkesin yanında getirdiği poşet poşet çiçekten eser vardı.
Çantamı ve kendi çiçek demetimi alıp annemle babamı bulmak üzere seyirci kısmına gittim. Gösteri bittiği halde kimse sahneyi izlemeyi bırakmamıştı. Kalabalıkta annemle babamı buldum. Sahnede benim az önce birlikte gösteri yaptığım kızlar, ellerindeki çiçekleri bale öğretmenine verdikleri bir mizansen yaşıyorlardı. Ben elimde çiçekler, üzerinde kot pantolonum, seyircinin arasındaydım.
Bu sahne ne zaman tasarlanmıştı, kaçırdığım bir derste böyle bir final mi yazılmıştı, gösteriden sonra neden kimse beni uyarmamıştı, baştan ‘bu çiçekler ne için’ diye niye sormamıştım?
Annem, babam, ben ve elimde çiçekler, arabayla eve dönüşümüzü hatırlıyorum. Kimse olayı mesele etmedi. Oysa ben hayatımda hiç o kadar utandığımı hatırlamıyorum. Nasıl böyle bir hata yapmıştım, o pahalı çiçekler zorunlu diye aileme satın aldırmıştım, sonra da çiçekler kucağımda, eve yollanmıştım. Bir çiçek buketinden ancak bu kadar nefret edebilirdim.
Zihnimiz bu tür olayları en ince detaylarına kadar hatırlar.
Küçük düşürücü olaylarla ilgili anıların bir tuhaflığı da, bu anılarda kendinizi görebilirsiniz. Bu anıda arabayla eve dönerken kendimi arka camın dışından görüyorum.
Aşağılandığını hisseden herkes kendini hemen dışardan bakan birinin gözleriyle görür. Mahcubiyet gibi duygulara hem içerden ulaşabiliyorsunuz, hem de olay sırasında başkalarının size nasıl baktığını kaydediyorsunuz. İnanılmaz.
Başkalarının bize davranışlarının, bakışlarının bize hissettirdikleri, bizi tanımlıyor. İçinde bulunduğumuz ruh hali, aldığımız aferin’lerle, sana değer veriyorum’larla, kısaca “tanınmalarla” belirleniyor. Zihnin anıları depolaması bile buna göre. Utançlarımızı hiç unutmuyoruz, kıpkırmızı suratımızı bir de dışardan hatırlıyoruz ki, aynı duruma bir daha düşmeyelim. Özimgemiz bellekte de hak ettiği saygıya uygun bir yer edinsin.
Bazen gereksiz takdirlere duyasızlaşmayı becerdiğimiz oluyor. Acılı bir ayrılıktan sonra “Kendimi çok iyi hissediyorum, artık o mendebur umurumda değil,” diyebildiğimizde bir de bakıyoruz ki, başka birinin pohpohuna maruz kalmışız. Ancak başka biri bizi el üstünde tutunca, iki gün önce göz pınarlarımızın acıdığı büyük aşk için üzülmeyi bırakabiliyoruz.
Düşünüyorum. Hiçbirimiz kendimizi olduğu gibi sevmiyoruz.
Depeche Mode’un Little Soul şarkısından niye bu kadar etkilendiğimi fark ediyorum. Yaptığımız her küçük hareket, küçücük ruhumuz, dokunduğumuz her hayatta bir iz bırakır halbuki. Küçük varlığımızın küçük dokunuşları, sandığımızdan çok daha etkilidir. Ne zaman ki bundan eminiz, o zaman üretmeye, kendimiz için üretmeye başlayabiliriz.
Little Soul’u yazarken Martin L. Gore hangi ruh halindeyse, öyle yaşamak istiyorum. Bu kadar basit bir şeyin gerçek hayatta herkül çabası istemesi, beni kendimden geçiriyor.
Benim küçük ışığım
Parlayacak
Öyle parlak olacak ki
Zihnini aydınlatacak
Benim küçük ruhum
Bir iz bırakacak

Yazarın Diğer Yazıları

Aşkım, Nur'um, Yengi'm

Gelişmiş bir deliydi bu, bana sorarsanız. 30 yaşlarında -veya 20’dir belki...

Bir şey soracağım, sen ağladın mı?

Canı istemeyen erişkin insanlar bilsinler ki son fırsat, çıksınlar sinema salonundan...

Hişt, beyaz yaka, bak bu da bizim en uzun gün

Yanağım sarkmasın diye sırt üstü uyumaya çalıştığım bir gecenin sabahıydı. Dolayısıyla firavun gibi altın sarısı ve elimde mızrakla gözlerimi açtım.

"
"