Herkes aşk acısından muzdarip. Güzelim arkadaşlarım akşam yemeklerinde endişeli gözlerle aşk konuşuyorlar. Ben tatlımı yiyerek onları dinliyorum. Bu arzu denen meretin insanın leşini çıkardığını farkettiğim günden beri, bir uzaylı misali etrafımı inceliyorum. Sektörde hiç birşey değişmemiş. Yine kaçan kovalanıyor.
Bu arada yediğim tatlı aşka yakın bir haz veriyor bana. Aşk yiyip aşka bakıyorum. Memleket yıkılsa da, başımıza taşlar yağsa da tanıdığım on insandan dokuzu en çok aşk için üzülüyor. ‘Heralde harbiden hayatın anlamı’ diye geçiyor aklımdan, aşk yiyip aşk düşünürken. İnsan hayatının başka ne anlamı olacaktı ki? İşe git, işten gel, yemek ye, televizyona bak, uyu. Bir rakun olsan da böyle davranırsın. Doğadaki hiç bir yaratıkta olmayan hissetme kapasiteni kullanabileceğin başka bir alan yok. İnsanlar spor salonlarında yürüme bandında dergi okuyorlar, doğal mı bu? Ormanda yürüyüp, ağaçlardan ilham alıp düşüncelere, duygulara dalman için tasarlanmış bünyeyi, sen al havasız bir spor salonuna tık. Yürürken dergi okunur mu? Şiraze çoktan kaymış. Bünye kendini gerçekleştiremeyecek kadar meşgul. Sonra tabii için bomboş kalıyor. Ormanda yürümek yok, bir tuvale duygularını çiziktirecek yetenek yok, hemen koşup insan olmanın farkını yaşayabileceğin en yakın yer olan aşka sarılıyorsun. Penguenler gibi birilerine sokulasın geliyor.
Penguenlerin aşkı büyük olur, bilirsin. Ama bu penguen özentisiyle çok zor bir işe soyunuyorsun, haberin olsun.
Aşkı, üremeyi ve onun bütün gereklerini kafaya taktıkları andan itibaren bu penguenleri çok çileli bir hayat bekliyor. Bir kere hep beraber, bir milyon beş yüz bin penguen tin tin tin tek sıra halinde yürümeye başlıyorlar. Rakamı biraz abartmış olabilirim, ama çok işte, onu demek istiyorum. Hepsi kafaya takmış, aynı bizim gibi. Aşk yaşayacaklar, üreyecekler. Efendim bu penguenler yine atmasyon bir rakamla on bin milyon kilometre yürüyüp bir yere varıyorlar. Burası çiftleşmek için uygun yer. Uygun işte. Orda kavga dövüş bir eş seçip, onu ayartıp, sevgili oluyolar. Çok romantik, bu kısmı süper. … de orda kavga edeceğine yolda ayartsana sevgilini, yok, illa doğru yeri, doğru zamanı bekleyecek.
Neyse efendim bunlar çiftleşiyorlar. Hayvan diye hemen burun kıvırma, bu kısmı da çok zarif, aslanlarınkine kaplanlarınkine benzemiyor. Gerçekten hoş, romantik.
Sonra geliyoruz üreme kısmına. Dişi yumurtluyor. Amma velakin hayvanın iki küçük ayağı var, kollar da oralara yetişmiyor. O minicik ayakların arasından o yumurta üç buçuk saatte erkeğin ayaklarının arasına yerleştiriliyor. Ömrün tükenir o yumurta yere düşüp çatlamasın diye.
Hadi erkek aldı yumurtayı. Dişiler bir daha yürümeye başlıyorlar kardeşim. İki ay. O iki ay erkekler dişilerin gidip çocuğu besleyebilmek için yemek yiyip gelmesini bekliyor. O dişileri denize ulaştıkları yerde mürenler mi yemiyor, çıldırırsın stresten. Bu arada erkekler karda birbirlerine sokulmuş öyle duruyolar, yumurtayı koruyorlar. Nasıl kış kıyamet! Bazıları dayanamıyor soğuğa. Yumurtanın da hayatı bitiyor. Zaten annesini müren yiyen yavrular da yaşayamayacak. Ayak değiştirirken çatlasa daha iyiydi. Yumurtalardan çıkan bazı yavrular da soğuğa dayanamadı mı, al başına belayı.
Dişilerden bir kısmı yine bin kilometre tin tin tin yürüyerek geri geliyor. Ayaklar küçük.
Bu kez baba gidiyor yemek yemeye. O da bin kilometre yürüyor tabii. Seyret sen, delir. Aynı anda o yavruları büyük kuşlar gelip yiyor, burda artık isyanlardasın.
E be penguenim, e be paytağım, zaten zor yürüyorsun, ne olur gitsen denizin yanında üresen, bir yandan sakin sakin yemeğini yesen? Ya da hiç üreme, buzullarda hop hop suya atla çık, bitsin gitsin. Soyun devam edecek biliyorum, içgüdün öyle. Ama vallahi bunaldım.
Bu noktada masadaki muhabbete ben de katılıyorum. Çatalımda tatlım, aşk yiyip aşk konuşuyorum. “Sen nasıl böyle objektif konuşuyorsun?” diyor bir arkadaşım. “National Geographic’te seyrettim,” diyorum. Aşk ye, aşk konuş, ama uğruna soğuk havada mürenlerle kavgaya girecek birini bulamadıysan n’olur düşme şu aşka. Sonu hiç iyi olmuyor.