Hanzel ve Gratel’in ailesi çok fakirmiş. Kötü kalpli üvey anne, iyi kalpli babayı çocukları ormana bırakmaya ikna etmiş. Çocuklar bu konuşmayı duymuşlar, Hanzel’in cebine doldurduğu ve giderken yola bıraktığı çakıl taşları sayesinde eve geri dönmeyi başarmışlar.
Bir süre sonra kıtlık başgöstermiş. Kötü kalpli üvey anne, babayı çocukları daha kuytu bir yere bırakmaya ikna edene kadar ona rahat vermemiş. Bu kez taş toplama fırsatı bulamayan Hanzel yola cebindeki ekmek kırıntılarını bırakmış, ama kırıntıları kuşlar yemiş.
İki kardeş aç susuz ormanda dönüş yolunu ararlarken, pasta ve çöreklerden yapılmış bir ev bulmuşlar. Evin çatısı bisküviden, pencereleri şekerdenmiş. Evin sahibi kötü kalpli cadının niyeti çocukları yemekmiş. Zayıf Hanzel’i bir kümese kapatıp beslemeye başlamış. Gözü bozuk cadı, kümesten parmağı yerine bir kemik parçası uzatan Hanzel’e kilo almıyor diye sinirleniyormuş.
Bu arada şişman Gratel’i “Gir de bak bakalım fırın ısınmış mı,” diye fırına atmaya çalışmış. Gratel “Ama ben fırına nasıl girilir bilmiyorum,” deyince kötü cadı “Seni aptal. İşte bu kapaktan girilir,” diye fırına yaklaşmış, Gratel de onu içeri itip kapağı kapatmış. İki kardeş evlerine geri dönmüşler. Babaları onları görünce çok sevinmiş. Üvey anne de çoktan ölmüş. Hanzel, Gratel ve babaları sonsuza kadar mutlu yaşamışlar.
Bu masalı çok seversin.
Üvey anne denen şeyler acayip kötülük makineleridir ve babalar yine de onlarla evlenirler, bilirsin. Bu yüzden çocuklarını bir değil iki kere ormana götürüp “Siz durun, ben odun toplayıp geleceğim,” diye kandıran babanın iyi kalbinden hiç kuşku duymazsın. Kötü kalpli cadının o kadar bisküviyi, şekeri nereden bulduğunu, bir kemikle insan parmağını birbirinden ayıramayacak kadar körken o nefis evi nasıl inşa ettiğini, tombik Gratel’in bir canlıyı diri diri yakma cesaretinin nereden çıktığını bilmezsin.
Önemli olan, ekmek kırıntılarını kuşların yemiş olmasının yarattığı büyük şoktur.
“Tabii ya,” diye düşünürsün masalı dinlerken. “Ben bunu niye düşünemedim, ekmek kırıntılarını ormanda kuşlar yer!” Çörekten bacalar falan seni hiç şaşırtmaz, o büyük saçmalıkları ağzın açık, gözünün önündeki rengarenk eve bakarak dinlersin. Sadece kırıntıları kuşların yiyeceği gerçeği, hayal gücüne değil, mantık süzgecine sapar. Masal denen şeyin baştan aşağı gerçeküstü olması, içindeki biricik mantıklı öğretiyi alabilmeni sağlar.
Masallar hayatımızdan çıktıktan sonra hiçbir hatadan ders alamamamızın, hiçbir önemli şeyi büyük bir aydınlanmayla öğrenememizin sebebi budur. Gerçekten öğrenmemiz gereken şeyler, zaten mantıkla örülmüş sahnelerin içinde kaybolur. Hayat dekorunda herşey gerçektir. Önemli şeyler araya kaynar gider.
Ancak aşk geldiğinde, hayata yeniden önem sıralaması yapmaya başlarız. Çünkü aşk, çatısı bisküviden, pencereleri şekerden bir evdir. Dünyamıza girer girmez, sanıldığı gibi körleştiren öncelik değil, gerçekleri görmemizi sağlayan o lezzetli arka plan olur. Gereksiz detayları düşünmeye son verdiren renk cümbüşü olur. İstesen de patronunu dert edemezsin, kendini yırtsan da trafiğe küfredemezsin. Film izleten boş vakit olur, şarkı söyleten mahoşluk olur, gülmeni durduramadığın şaka olur. Ağzımızdan sular aka aka izlediğimiz pastadan ev, o kadar gerçeküstü bir dekordur ki, çikolatadan kapılar gerçeğe açılır.
Aşk bizi bulduğunda, hayatı çekilmez kılan çirkin detaylar, çizgi filmlerdeki kek kokusu gibi göz göre göre, şekerden pencerelerden, krakerden bacalardan süzülür, bir dahaki hayal kırıklığına kadar bizi bilmemiz gereken birkaç gerçekle başbaşa bırakır, uçar, gider.