05 Ekim 2009

Aktur: Bir doğa şeysi

Sonunda yaptım! O tekneye gittim! On beş kişi bir teknenin üzerinde, beş gün...

Sonunda yaptım! O tekneye gittim! On beş kişi bir teknenin üzerinde, beş gün...

Tekne gezisi böyle bir şeydir. “Bu yaz tekneyle çıkalım ne olur,” diye yıllarca söylenirsiniz, kimse organize olmaz, uygun fiyatı almaz, tekneyi bulsa katılımı sağlayamaz, hepsini bulsa alışveriş sorumluluğunu almaz... Mıymıy arkadaşlarınız bir türlü sizin bu fantezinizin gerekleşmesi için yardımcı olmaz.

Derken çok eğlenceli bir grup insandan teklif geldi. “Tekneyle çıkıyoruz. Bir kişilik yer var.”

Bu bir grup insanın içinde sevgili ağabeyimin olmasının yarattığı torpil etkisiyle, son yeri kaptım.

Çok heyecanlıydı. İstanbul’a kış gelmiş, ben denize gireceğim! Hem de ayak basmamış koylarda, kendimi turkuvaz sulara atacağım! Karanlık gecede milyonlarca yıldıza bakarak uyuyacağım, gece yüzüşü yapıp yakamozların parmaklarımın arasından ışıl ışıl kaymasını seyredeceğim.

Fırtınalı bir sabah 06:00’da midemi bulandıran mazot kokusuyla, kamaramı su basmış olarak uyanacağım, on beş kişi saatlerce teknenin çeşitli yerlerinde öğüreceğiz.

Sonra korunaklı bir koy bulunca Amerika’yı bulmuş gibi sevineceğiz. Bunu teknenin tepesinden bombalama atlayarak, sonra çıkıp burnumuzu çeke çeke makarna-salata yiyerek kutlayacağız...

Ortamın verdiği neşeyle güvertede timsah yürüyüşü yapmak ve dizlerimi morartmak gibi geleneksel olmayan aktiviteler dahil, hepsini yaptım. Yaza son noktayı koydum.

Ama asıl anlatmak istediğim, alışveriş etmek, para çekmek gibi dünyevi ihtiyaçları giderebilmek amacıyla karaya çıktığımız bir yer. Aktur.

Hani Lost’ta falan olur, garip şartlarda yaşadığın hayatına uyum sağlamışsındır. Doğa, her an herşeyin olabileceği bir ortamdır ve sen bunu unutursun. Hanzel ve Gratel’in cadıyla karşılaşmadan önceki hali gibi, herkesin rolü belli, mutlu mesut takılmaktasındır.

Fakat an gelir, insani ihtiyaçlar için sana bir görev verilir.

İşte bu noktada bir dalaş başlar. Doğada yabancılar sevgiyle karşılanmaz. The Others için yaşam, alanını bilek gücünle belirlediğin zorlu bir savaştır. Yaşam şartları ilkelleştikçe, yabancılara karşı tolerans azalır. Hatta iç dinamikler de, kendi grubundaki roller de değişir.

Aktur’a çıktığımız anda, “Artık emekli olmak istiyorum,” diye düşündüm. Karaya ayak bastığın andan itibaren, çam ağacı döküntülerinin üzerinde terliklerini sürüyerek aylak aylak dolaşmak istediğin, balıkçı teknelerindeki ailelerle çekirdek çitleyerek sohbet etme arzusuyla dolduğun, ilk bakışta son derece dostane, tam bir “yazlık” belde.

Biz, bir miço, bikinisiyle uyumlu plaj elbiseli birkaç kız, Ray-Ban gözlüklü bir oğlan, karaya ayak bastığımız andan itibaren yerlilerin bizi çamların arasından izlediğinden habersiz, ATM ve market aramaya koyulduk. Sonuçta ben ve miço markete, diğerleri para çekmeye doğru yola koyulmak üzere dağıldık.

Tekne gezisi boyunca pek karşılaşmadığım miço’yla markete doğru yürürken doğal hayatın dinamikleri devreye girdi. Artık ben misafir, o hizmetli değildik. Bir hedefe doğru yanyana yürüyorduk ve eşittik.

Miço bana kaptan’la olan kavgalarını anlatmaya başladı. “Sabah olanları duymuşsundur heralde. Kaptan bana nasıl bağırdı. Böyle şeyler çok ağırıma gidiyor. Tekneden kaçayım, her şeyi terkedeyim dedim. Ama yapmadım. Yine de çok ağırıma gitti. Sizlerin önünde rencide oldum.”
Hiçbir fikrim yoktu. “Boşver,” dedim. “Biz öyle şeyleri dert etmeyiz.”
“Ama ağırıma gitti,” diyerek yüzüme baktı. Yolun ortasında durmuştuk.
Etrafta ağaçlar, iki katlı iç içe evler, evlerin bahçelerinde salıncaklar, masalar ve o yazlık’lara özgü masa örtüleri, bisikletler, bahçesini sulayan emekliler... Çamların ortasında, miço bana bakıyordu. Bu yabancı ortamda, hiç şansım yoktu.
“Haklısın,” dedim. “Çok ayıp etti.”
Hala bakıyordu.
“Pis...” dedim. “Ne kadar saçma bir hareket. Pis kaptan. Kendini bir şey sanıyor..."
Miço hoşnut, önümden yürümeye devam etti. Yolu sadece o biliyordu. “Sanki ben istemem ipi sağlam bir yere bağlamak...”
Bahçesini sulayan şişman, mavi çiçekli elbiseli, yaşlı bir kadına selam verdim. İçeri girip kapıyı kapattı.
Markete vardık. “Domates var mı?” “Yok, yakınlarda da yok. Yarın Pazar var. Yarın gelin.”
Aktur’da hayatın kendi kuralları vardı. Aktur’a ayak basan bir daha oradan ayrılmazdı.
Birkaç damacana su aldık. Marketin önünde diğerlerini beklemeye başladık. Market sahibi yanıma yaklaştı. “Nereye götüreceksiniz bunları?” diye sordu. “Tekneye,” dedim. “Tekneden neyle geldiniz?” dedi. “Zodyakla,” dedim. “Nerde zodyak?” dedi.
The Others, adadan ayrılmamızı istemiyordu. Zodyak’ı bağladığımız yerin tam tersi istikamette bir yeri gösterdim. “Şurda.”
Baktı. “Domates yok, ne yapacaksınız?” dedi. “İdare edeceğiz artık,” dedim. “Evet,” dedi. İdare edin.” Tekrar damacanalara baktı. “Taşımanıza yardım edeyim diyecektim ama, şimdi edemem,” dedi. İçeri girdi.
Diğerlerini cep telefonlarından aradım. Açmadılar. Nerde buluşacağımızı konuşmamıştık. İçimden bir ses hayatımın sonuna kadar burada kalacağımı söylüyordu. Miço’yla evlenecek, dört tane çocuk yapacak, küçük bir teknede bütün gün, tüm aile balık tutacaktık.
Yıllaaar yıllar sonra, yeni bir tekne ufukta göründüğünde, neşeli birkaç tatilci market alışverişi için zodyakla kıyıya yaklaştığında, tuzlu gözlerimi onlara dikecek, Akturlularla sessiz planımızı uygulamaya koyulacaktım. “Tekneye hoşçakal de yabancı. Artık bizdensin.”
Elimizde koca damacanalar, yürümeye koyulduk. Miço, “Sanırım kaybolduk,” dedi. Telaşla etrafıma bakındım. Az öncekine tıpatıp benzeyen başka bir Aktur-wife, evinin önündeki gülleri buduyordu. “Afedersiniz,” dedim. “Buradan yabancılar geçti mi, onları bir yerde beklememiz lazım, bankamatikler buraya yakın mı?”
Kadın “Gidin,” dedi. “Burası bir yarımada. Bankamatikler adanın öbür ucunda. Uzun süre gelemezler. Siz gidin. Gidin!”
Koşa koşa kıyıya gittik. Tekrar telefon açtım. Kimse yanıt vermedi. Ben zodyakta tek başıma otururken, miço ayaklarımın dibine kımıl kımıl bir şey attı. “Al. Denizyıldızı. Kurutur saklarsın,” dedi.
Denizyıldızına baktım. “Ama yazık buna, kurutmayalım, denize geri atalım,” deyip denize atmamla, ne büyük bir hata ettiğimi anlamam bir oldu. Miço karada, bir taşa tekme attı, gidip yandaki balıkçı teknesindekilerle konuşmaya başladı. Onları tanıyor gibiydi. Beni nasıl keseceklerini tasarlıyorlardı.
Aktur bütün huzurlu ve masum görünümüyle karşımda, diğer tarafta gittikçe gözümde küçülen teknemize baktım. Şimdi herkes denizden çıkmıştır... Neşe içinde kıymalı makarnalarını yiyorlardır. Az sonra bizi unutup demir alacaklar, iPhone’larından müzik dinleyerek, Google Earth’ten olduğumuz yere bakarak, şaraplarını yudumlayarak engin denizde yola koyulacaklar.
Sonra evlerine varacaklar. Home Theatre System’lerinde film izleyecekler, 3G bağlantılarıyla patronlarına sunumlar gönderecekler, facebook’ta arkadaşlarının durumlarına bakacaklar, 9’da işte olup 6’da koşa koşa çıkıp sarhoş olacaklar, eski sevgililerine SMS atacaklar, yanıt alamayıp bunalıma girecekler, internetten kredi kartı borçlarını ödeyecekler, on yıllığına takside girdikleri evin CGI teknolojisiyle çizilmiş maketine bakacaklar...
Marketten taşıdığımız torbalardan birinden bir bira çıkarıp açtım. Aktur’da güneş batıyordu.

Yazarın Diğer Yazıları

Aşkım, Nur'um, Yengi'm

Gelişmiş bir deliydi bu, bana sorarsanız. 30 yaşlarında -veya 20’dir belki...

Bir şey soracağım, sen ağladın mı?

Canı istemeyen erişkin insanlar bilsinler ki son fırsat, çıksınlar sinema salonundan...

Hişt, beyaz yaka, bak bu da bizim en uzun gün

Yanağım sarkmasın diye sırt üstü uyumaya çalıştığım bir gecenin sabahıydı. Dolayısıyla firavun gibi altın sarısı ve elimde mızrakla gözlerimi açtım.

"
"