Hemen her gün sabah erkenden kalkıyor, bir fincan sade kahve içtikten sonra Qigong tarzı egzersizlerimi yapıyorum. Bilgisayar başına geçip bir şeyler yazıyor ve gelen iletilerimi kontrol ediyorum. Gündemimde olan kitap okumaları yine erken saatlerde gerçekleşiyor. En üretken olduğum ve sevdiğim vakitler sabah saatleri. Egzersiz sonrası sıra karınca kararınca kahvaltı yapıp, bir taraftan da günü planlamaya geliyor. Eğer öncesinde belirlenmiş bir gündemim yoksa o günü ihtiyaçlarımın temini üzerinden planlıyorum. Dışarıya çıktığımda da alışveriş yapacağım yerlere gidiyor ve bu yerlere giderken sevdiğim, uzun yıllardır bildiğim, anılarımın olduğu mekânlarda çay-kahve molaları veriyorum. Bursa artık o kadar kalabalık ve gürültülü ki; gün içinde sessiz bir mekâna sığınıp bir şeyler içmek zorunluluk haline gelmiş durumda. Bu mânâda şehir merkezinde zihnimi, bedenimi dinlendirdiğim tarihi bir kahvehane var; Mahfel...
Maviköşe'den Mahfel'e
Mahfel "buluşulan, toplanılan yer" anlamında bir sözcük. Eski Bursalıların çokça tercih ettiği Setbaşı Caddesi'nde, Gökdere kıyısında, bahçesi ve kapalı bölümü olan tarihî bir mekân burası. Yine eski Bursalıların Mavi Köşe olarak bildikleri yere belediye otobüsü ile ulaşıp sonrasında kısa bir mesafeyi yürümem gerekiyor. Setbaşı Köprüsü üzerinden geçerken aşağılarda çağıl çağıl akan Gökdere'nin sesini muhakkak ama muhakkak dinliyorum. Algıda seçicilik olmalı… Trafik uğultusuna rağmen duyuyorum Gökdere'nin sesini. Bana geçip giden zamanı, geçmişi, Bursa anılarımı anlatıyor sanki. Büyülü bir masal gibi her şey. Bu masalın büyüsünü hissetmek iyi geliyor bana, bir miktar yüreğim burkulsa da…
Matsuo Basho ve Gökdere'nin çağıltıları
Bugünlerde Japon Bilgeliği adlı bir kitap var elimde, Japonların kültür ve inanç derinliklerini anlatıyor. Üç kısa dizeden oluşan Haiku şiirinin üstadı Matsuo Basho (1644–1694), Setbaşı Köprüsü'nden Gökdere'ye baksa hangi sade ve sihirli dizeler oluşurdu zihninde, diye düşünüyorum bazen.
"Karlar vardı Uludağ'da,
aşağıda Gökdere,
akıp gidiyor sular..."
der miydi acaba?
Biraz sonra Irgandı Köprüsü'nü de selamlayarak Gökdere'nin çağıltıları ardından Mahfel'e ulaşıyor, yüksek tavanlı geniş bölümünde oturuyor, orada asılı kalmış huzurda dinleniyorum. Fakat, artık Bursa kent yaşamı oldukça sorunlu. Bir görme engelli için tuzaklarla, hoş olmayan davranışlarla dolu. Bir yerlerinizi incitmeden, size iyi gelmeyen sözler duymadan, günlük edimlerinizi tamamlamak o kadar zor ki! Değişen pek çok şeye karşın, değişimin kaçınılmazlığını da idrak ederek büyülü bir masal algısı ile dolaşmak istiyorum çocukluğumun şehrinde. Geçmişe bakıyorum, masal gibi. Bugüne bakıyorum, hayret verici.
Geçtiğimiz günlerde hayrete düşüp şaşkınlık yaşadığım, tehlikeli bir durumla karşılaştım. Bastonum kırıldı ve ağladı. O esnada ağzı dili olsa; "Ben bu şehirde korka korka dolaşmak zorunda mıyım?" derdi büyük olasılıkla. Donmuştum adeta, birkaç saniye öylece kaldım.
"Arabaları gibi sessiz ve sinsice"
O gün, her zamanki gibi elimde baston, kaldırımdan Mahfel yönünde yürüyorum. Geçmem gereken son bir yol var. Yolun kıyısında duruyor ve çevreme sesleniyorum; "Karşıya geçecek var mı? Karşıya geçecek var mı?" Ses veren yok. Yoldan araç sesi de gelmiyor. Bir süre daha bekliyor ve yalnız geçmeye karar veriyorum. Yolu dikkatle dinledikten sonra adım atmaya kendimi hazırlayıp bastonumu hafifçe öne uzatıyorum. O da ne! Baston elimde sağa doğru sert bir şekilde savruluyor ve bir çatırtı sesi duyuyorum. Bastonuma çarpan büyük bir şey var. Baston elimde uzadıkça uzuyor, neredeyse lastiğinden kopacak gibi. Elimden bırakmıyorum. Bir süre sonra kurtuluyor. Yere dokunmaya çalışıyorum. Kırılmış olmalı, ucu zemini tarayamıyor. Yan taraftan bir vatandaş bağırıyor; "Bastonu kırdın, bastonu kırdın... Öde parasını!" Lanet olsun, yaptı yapacağını der gibi, söyleniyorum; "Bırakın gitsin, bırakın gitsin!" Bastonuma saldırıp kıran, ses çıkarmayan hibrit binek bir otomobil. Bir süre önümde duruyor, içindekiler aşağıya inmeden, arabaları gibi sessiz ve sinsice çekip gidiyorlar. Elimde kırık baston, kendimi çok kötü hissediyor, öylece donup kalıyorum. Yardımcı olmak isteyenler var. Bölgeyi bilmenin avantajıyla, onlara "Şuradaki durağa beni oturtun. Arkadaşımı telefondan arayayım." diyorum. Aynı zamanda fitness hocam olan arkadaşım Bayram Bilgin, Tahtakale'den geliyor. Koluna giriyorum, diğer elimde duyarsızlığın saldırısına uğramış, kırılmış, ağlayan bir baston. Onu da kendimi de mahzun hissediyorum.
Ahşap kalem ve koli bandı
Alacamescid Mahallesi Muhtarı, berber dostumuz Salim Çavdar'ın Okçular Çarşısı'ndaki dükkânına gidiyoruz. Sağ olsunlar; Muhtar ve Bayram, bastonumun kırık yerini bir ahşap kalem ve koli bandıyla tamir edip sabitliyorlar. Bayram soruyor; "Hoca, şimdi ne yapacaksın? Kararın nedir?" Hiç tereddüt etmeden, "Sen beni Kafkas'ın önüne bırak. Ben yoluma devam edeceğim. Önce Mahfel'e giderim, sonra da civardaki esnaf arkadaşlardan ihtiyaçlarımı alırım." diyorum. Öyle de oluyor.
Söğüt dalındaki kelebek
Tamir edilmiş bastonumu tekrar kullanmanın rahatlığı içinde Kafkas Pastanesi önünden Mahfel yönünde sakin ve dikkatli adımlarla yürüyorum. Şehrin uğultusu, kalabalığı, zorbalığı umurumda değil. Kelebek gibi bir sağa, bir sola kanat açan bastonumla yürüyorum. Kulaklarımda Haiku üstadı Matsuo Basho'dan bir şiir:
"Her estiğinde rüzgâr,
kendine yeni bir yer bulur
söğüt üzerinde kelebek."
Herkese sevgiler.
Not: Bastonumun başına gelenleri anlattığım bazı arkadaşlar: "Dağlarda dolaşıyorsun, bir şey olmuyorda şehirde yaşadıklarına bakar mısın? Ne kadar ilginç değil mi!" diyorlar. Ben de: "Hayır," diyorum. "Dağlarda sükûnet var. Self Balans yapıyorum, sükûnet beni koruyor, kolluyor. Giderek kalabalıklaşan şehirlerdeyse gürültü var, kaos var... Kalabalığın, kaosun ortasında, yetersiz, tuzaklarla dolu kaldırımlarda yaşamımı kontrol etmem oldukça zor."