12 Ekim 2024
Siyasal iktidar enflasyonla mücadeleyi her şeyin önünde tutan bir görüntü sergiliyor. Bu yüzden de öncelikle bu konuda şu ana kadar nasıl bir gelişme sağlandığına bakalım.
Bu hafta TÜİK Eylül ayı enflasyonunu (TÜFE) açıkladı. Buna göre Eylül ayında enflasyon; aylık yüzde 2.97; yıllık (bir önceki yılın aynı ayına göre) yüzde 49,4; bir önceki yılın aralık ayına göre yüzde 35,9 ve 12 aylık ortalamalara göre yüzde 63,5 olarak gerçekleşti.
Özellikle de hizmetler sektöründeki enflasyon yüksekliğini koruduğu anlaşılıyor. Öyle ki Eylül’de eğitim hizmetlerinde aylık enflasyon yüzde 14,2; alkollü içecekler ve tütünde yüzde 4,2 ve konutta yüzde 4,2 oldu. (1)
ENAG ile TÜİK verileri arasındaki farkın 39 puan gibi (yıllık enflasyonda) çok yüksek düzeyde olması ise, resmi verilerle ilgili güven sorununun devam ettiğini gösterirken, enflasyonun olduğundan düşük gösterilmesinin dar gelirli emekçilerin ve emeklilerin gerçekte çok daha fazla kayba uğramalarıyla sonuçlanıyor.
Her ne kadar Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek enflasyonu düşürme programının (dezenflasyon) başarılı bir biçimde yürüdüğünü ileri sürse de ağustos ayında yıllık enflasyonun yüzde 51,9 olduğu göz önüne alındığında, enflasyondaki gerilemenin sadece yüzde 2,5 olduğu ve bunun büyük ölçüde baz etkisinden kaynaklandığı ileri sürülebilir.
Keza geçen yıl ağustos ayında yıllık enflasyonun yüzde 61,5 olduğu dikkate alındığında, bir yılda enflasyondaki düşüşün sadece yüzde 12 olduğu görülüyor (ayda ortalama 1 puan). İlave olarak, aylık enflasyonun ağustos ayında yüzde 2,4 olması; buna karşılık Eylül ayında 0,49 puan artarak yüzde 2,97’ye çıkmış olması, dezenflasyonun beklendiği gibi işlemediğini ortaya koyuyor (bu süreçte aylık enflasyonun yüzde 3 gibi yatay bir seyir izlediği görülüyor.)
İktidarın, en azından söylemde, neden enflasyonu düşürmeyi öncelediği anlaşılabilir bir durum. Çünkü yüksek enflasyon piyasaların esasını oluşturan fiyat mekanizmasının beklendiği gibi işlemesini zorlaştırdığı gibi (piyasalarda fiyat alıp vermek zorlaşıyor), yabancı kaynak girişini de olumsuz etkiliyor.
Öte yandan, ekonominin ciddi boyutlarda yabancı kaynak girişine ihtiyacı olduğu da çok açık. Enflasyonun yol açtığı hayat pahalılığının iktidarı seçmen nezdinde yıpratması ve iktidar partilerinin oylarının erimesi de işin başka bir boyutu. Özetle, başta Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Bakan Şimşek açısından olmak üzere, siyasal iktidar için yüksek enflasyon adeta bir türlü defedilemeyen bir belaya dönüşmüş durumda.
Yüksek enflasyon halk açısından da (farklı nedenlerden ötürü), çok ciddi bir sorun çünkü en çok en düşük gelirli insanları vuruyor.
Örneğin, gıda enflasyonunun gelir gruplarıyla ilişkisini ele alan DİSK-AR’ın raporuna göre, en düşük gelirli yüzde 20’lik grubun gıda enflasyonu yüzde 77,7’ye kadar çıkarken, en yüksek yüzde 20’lik grubun gıda enflasyonu yüzde 30,8 oldu. Emeklilerin gıda enflasyonu ise yüzde 60,3 olarak hesaplanıyor. Yani en yoksulun enflasyonu en zengininkinin iki katından fazla. (2)
Daha geniş bir tanımla, “zaruri ihtiyaçlar” enflasyonunun yüzde 57, manşet enflasyonun yüzde 52 olduğu, yüzde 20’lik gelir gruplarına göre zaruri ihtiyaç harcamasının en düşük gelirli hanelerde yüzde 73 ve en yüksek hanelerde yüzde 43 paya sahip olduğu dikkate alındığında (3), enflasyonun teknik bir konu değil, sınıfsal bir konu olduğu anlaşılıyor. Yani enflasyon asıl olarak işçileri, emekçileri, emeklileri ve yoksul halkları vuruyor.
Enflasyonu esas olarak emekçilerin ücretlerindeki artışa bağlayan iktidarsa, Venezüella’dan sonra dünyanın en yüksek faiz oranlarını uygulayarak, tüketicilerin borçlanma maliyetini artırıyor, borç yükünü daha da ağırlaştırıyor, yatırım kredisi kullanımını daraltarak yatırımları azaltıyor ve ekonomiyi daraltıyor, işsizliği artırıyor ve insanları daha da yoksullaştırıyor.
Diğer taraftan siyasal iktidar enflasyonla ilgili olarak duyduğu kaygıyı, “enflasyonla mücadele” adı altında yürüttüğü yüksek faiz ve ücretleri dondurma politikalarının neden olduğu gelir dağılımı adaletsizliği ve artan yoksulluk konusunda duymuyor.
Aksi olsaydı 1,2 trilyon liralık bir faiz ödemesiyle sonuçlanan ve zengini daha da zengin ederken emekçilerin vergi yükünü artırarak onları daha da yoksullaştıran Kur Korumalı Mevduat (KKM) politikalarını hayata geçirmezdi (çünkü bu uygulamaya, döviz kurunun artmasını, dolayısıyla da enflasyonun artmasını önlemek amacıyla yöneldiklerini açıklamışlardı).
Aslında, yıllardır neo liberal iktidarların, yandaş medyanın, yandaş ekonomistlerin, siyasetçilerin ve bazı bürokratların, zenginleri daha da zenginleştirerek servetin sermaye sınıfına doğru akmasına izin vermekten, hatta bu olanağı onlara sağlamaktan rahatsız olduğu söylenemez. İktidar, siyasal bir tercih yaparak adeta bu sınıfın adına hareket ediyor. Bu yüzden de “önce enflasyonu düşürelim, yoksulluk kendiliğinden azalır” gibi oyalamalar ve “sabır dilemek” dışında artan eşitsizliğe ve yoksulluğa pek aldırış etmiyor.
Nitekim iktidar, yüksek enflasyona halkın yaptığı harcamaların neden olduğunu ileri sürerek, örneğin asgari ücreti bu temmuz ayında yükseltmediği gibi, bundan böyle ücret zammının gerçekleşen değil, “hedeflenen (beklenen)” enflasyona göre yapılacağını açıkladı. (4) Bu da önümüzdeki yıl işçi ve memur zamlarının çok düşük kalacağını gösteriyor.
Diğer yandan ülkedeki gelir dağılımı verileri korkutucu bir hal almaya başladı ve bu kötüleşme hızlı bir biçimde sürüyor.
Öyle ki TÜİK verilerine göre (5, Türkiye’de en zengin yüzde 20’nin içinde yer alan nüfus, milli gelirin yüzde 49,8’ini alıyor. En zengin yüzde 10’luk nüfus en yoksul yüzde 10’dan ortalama 15 kat daha fazla gelir elde ediyor (Gelir Gini katsayısı sosyal yardımlar hariç 0,52 ve Servet Gini katsayısı 0.84 olarak hesaplanıyor).
Ayrıca aşağıdaki tabloya göre, 2014-2023 yılları arasında, hane halkı kullanılabilir geliri dağılımında, son yüzde 20’lik en zengin grubun payı yüzde 2,8 artarken, diğer bütün grupların payı düştü. Özellikle üçüncü ve dördüncü yüzde 20’lik grupların yüzde – 2’lik kaybı orta sınıfın nasıl eridiğini gösteriyor.
Yani gelir ve servet dağılımı açısından ülkede büyük bir uçurum söz konusu (benzer kişi başına gelir düzeyine sahip ülkelere kıyasla).
Öyle ki en üstteki yüzde 1’lik ve en üstteki yüzde 10’luk nüfus, milli gelirin yaklaşık yüzde 19 ve yüzde 52’sini ve toplam servetin yüzde 37’sini ve yüzde 68’ini alıyor. Avrupa genelindeki en zengin yüzde 1’in gelirden aldığı pay ise ortalama yüzde 11,5. Bu haliyle Türkiye, Avrupa’da gelir eşitsizliği en yüksek olan ülke konumunda. (6)
Türkiye’de bölüşüm ilişkilerindeki gelişim “İSO 500” çalışmalarından izlenebilir. İSO 500, 1982’den bu yana Türkiye’nin en büyük sanayi kuruluşlarında yaratılan “net katma değerin” üretim faktörleri arasında nasıl pay edildiğini gösteriyor. Buna göre milli gelirin kabaca üçte ikisi kâr ve faiz geliri sahiplerine, üçte biri ise ücretlilere gidiyor.
“2023 yılında İSO 500’ün yarattığı net katma değer içinde milli gelir anlamında kârın payı 2022’deki yüzde 54,5 düzeyinden yüzde 36,1’e gerilerken, ödenen faizlerin payı yüzde 18,6’dan yüzde 25,2’ye ve ödenen maaş ve ücretlerin payı ise yüzde 26,9’dan yüzde 38,8’e yükseldi”. (7)
Ancak kârın payının düşmesi ve ücretlerin payının artmasında, 2023 yılındaki yüksek nominal ücret artışlarının ve erken emeklilik düzenlemesi (EYT) kapsamındaki ikramiye ödemelerinin etkili olduğunu vurgulamakta yarar var. Öyle ki ücretlerin payı halen 2021 öncesi seviyelerinin altında bulunuyor.
Aşağıdaki tablodan da görülebileceği gibi, 2015-2023 arasında ödenen maaş ve ücretlerin katma değer içindeki payı yaklaşık yüzde 32 oranında azalırken, faizin payı yüzde 61 ve kârın payı yüzde 26 oranında arttı. Bu dönemde ücretli çalışan sayısında ise milyonları aşan artışlar oldu. Bu da kişi başı ücreti reel olarak düşürdü.
Net katma değerin faktör gelirlerine göre dağılımı (%)
Gelir dağılımı eşitsizliği ve onun beslediği derin yoksulluk kapitalist sistemin işleyiş biçiminin kaçınılmaz sonuçlarıdır. Yoksulluk, bu bağlamda, kader ya da sıradan insanların kişisel bir başarısızlığının değil, sınıflara bölünmüş kapitalizmin ve kapitalist devleti yönetenlerin politik tercihlerinin bir neticesidir. Çünkü bu sistemde (özellikle de neoliberalizm altında), emek gelirleri baskılanırken, sermaye gelirlerinin devasa bir biçimde artmasına izin verilir.
Bu duruma gelinmesinde siyasal iktidarların da çok büyük sorumluluğu var. Zira “ikincil bölüşüm ilişkileri” denilen, yani para (faiz), maliye/vergi ve harcama politikaları, eğer emek karşıtı ise, devlet bütçesini emekçilerin, yoksulların aleyhine değiştirir ve mevcut adaletsizliği daha da artırır.
Yoksulluğun diğer yüzünde artan yoksulluk yardımları var. Bu durumu Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın son verileri gözler önüne seriyor.
Öyle ki temmuz ayında; 3.792.340 haneye düzenli sosyal yardım harcaması yapıldı. 3.658.880 haneye elektrik tüketim desteği, 598,902 haneye doğalgaz tüketim desteği verildi ve 8.346.946 kişinin Genel Sağlık Sigortası primi Bakanlıkça ödendi. (8) AKP’li yıllar boyunca, yoksulluk ortadan kalkmadığı gibi daha da arttı, zira adeta bir “sadaka ekonomisi” altında iktidarların iktidarda kalmalarına hizmet edecek bir biçimde yönetildi.
Öyle ki bu yılın ilk 7 ayında bireysel kredi ve kredi kartını ödeyemeyen kişi sayısı 1.000.063 bin kişiye ulaştı, protesto edilen senet miktarı geçen yıla göre yüzde 175 artarak 22 milyar lirayı buldu. İlk 8 ayda karşılıksız işlemi yapılan çek miktarı yüzde 225 artarak 102 milyar liraya ulaştı ve her ay ortalama 250.000’e yakın insanımız kredi ve/veya kredi kartı borçlarından dolayı yasal takibe düşmeye başladı. Bunlar adaletsiz gelir dağılımı ve yoksullaşmanın bireysel borçluluğu da artırdığını gösteriyor. (9)
Aylık faiz ödemelerinde yaşanan patlama
Yoksulluğu artıran bir diğer faktör kamu gelirlerinin yoksulluğu azaltan mal ve hizmet üretiminden ziyade faiz ödemeleri için kullanılması. Türkiye sadece yerli para cinsinden değil, yabancı para cinsinden de çok yüzsek faizler ödüyor. Öyle ki 10 yıllık kamu tahvillerinin faizi, ABD’de de yüzde 3,96 iken, bu oran Türkiye’de yüzde 27,8. Neredeyse yüzde 24 puan kadar net getiri farkı söz konusu. Bu da büyük bir yoksullaşmaya neden oluyor.
Ayrıca aşağıdaki grafikten de görülebileceği gibi, son dönemde Hazine’den yapılan aylık faiz ödemelerinde çok büyük bir artış söz konusu. Vergi gelirlerinin halkın ihtiyaçlarını karşılamaya dönük sosyal harcamaları karşılamak yerine faiz ödemelerinde kullanılması, servet zenginlerinin zenginliğini artırırken, halkın daha da yoksullaşmasıyla neticeleniyor. Keza sıkı para politikaları enflasyonu düşürürken, aynı zamanda da işsizliği körüklüyor, sendikaları zayıflatıyor ve işçilerin toplu pazarlık gücünü azaltıyor.
Dolayısıyla bu politikalar tarafsız politikalar değil, emek karşıtı, sermaye dostu yeniden bölüştürücü politikalardır. Nitekim bu süreçlerde finansal piyasaların, bankaların, sigorta şirketlerinin ve genel olarak finans kuruluşlarının, özellikle de spekülasyona dayalı kârları artmaya devam etti.
Böylece, yüksek enflasyon koşullarında çalışan halk sınıflarının yaşam standardını korumaya dönük emekten yana bir mücadele programı, kaçınılmaz olarak uzun vadede neo-liberalizme ama asıl olarak da kapitalizme karşı olmak zorundadır. Ancak kısa vadede sistem içi çözüm önerilerine de ihtiyaç olduğu çok açıktır.
Bu bağlamda, sistem içi bir öneri olarak; yüksek enflasyonla mücadele edilirken, aynı zamanda işsizliği kalıcı olarak azaltan, topluma yararlı yeni kamusal yatırımları fonlayarak hayata geçiren, adil bir gelir ve servet dağılımını gerçekleştiren vergi ve harcama politikaları ve yaşanabilir bir ücreti esas alan gelir politikası hayata geçirilmelidir.
Bu çerçevede, milli geliri büyütmek ve gelir ve servet dağılımını iyileştirmek istiyorsak bunu kısmen yüksek düzeydeki servetleri vergilendirerek yapmak mümkündür. Büyük servetleri olanlardan bu servetlerin bir kısmını artan oranlı bir “servet vergisi” ile alıp bunu, bu kaynağı kalkınmacı ve doğa dostu kamusal yatırımları fonlamak için kullanmak gerekir.
Ana akım iktisatçılarsa, uygulanacak bir servet vergisiyle servet eşitsizliğini azaltmanın- “halkın elinde çok fazla paranın toplanmasıyla sonuçlanacağına, bunun da enflasyonu yükselteceğine inanırlar. Yani insanların birdenbire harcayacak daha fazla parası olduğunda fiyatların (sihirli bir şekilde) yükseleceğini düşünürler(!)
Oysa fiyatları belirleyen ve kârlarını şişirmek için insanların elindeki fazla nakitten yararlananların asıl olarak sermayedarlar olduğu bir gerçektir. Bu kesimler, bu gerçeği gizleyebilmek için enflasyon ve aşırı şirket kârları arasındaki bağlantının üzerini örtmeye çalışırlar.
Servet üzerinden alınacak vergiden sağlanacak geliri; ücret ve gelir artışları, “temel gelir güvencesi”, sosyal yardımlar gibi yollarla tasarrufları olmayan ve bu nedenle gelirleri açısından oldukça savunmasız durumda olanlara, yani daha düşük gelirli olanlara yeniden dağıtırsak yaptığımız şey, aldıkları her lirayı neredeyse harcayacak olan insanlara ilave harcama yapma gücü aktarmakla aynı şey olacaktır. Bu da “ücret sürümlü bir ekonomik büyüme”nin önünü açacaktır ki bu kısa vadede ekonomik toparlanmanın sağlanmasına hizmet edebilir.
Yüksek enflasyon ve gelir dağılımı adaletsizliği birbirleriyle doğrudan ilişkili olan ancak her ikisi de kapitalist sistemin işleyiş biçiminin kaçınılmaz sonuçları olan ciddi sorunlardır. Bu sorunların patlak vermesinde burjuvazinin kontrolü altındaki siyasal iktidarların izlediği ekonomi politikalarının da büyük rolü vardır.
Böyle iktidarlar ekonomideki istikrarlı bir fiyat işleyişi sağlayabilmek ve böylece kârlı bir sermaye birikimini sürdürebilmek için yüksek enflasyonu düşürmek zorundadırlar. Bu ayrıca Türkiye’de olduğu gibi, acil yabancı kaynak girişini sağlayabilmek de için gereklidir.
Diğer yandan, iktidarlar yüksek enflasyonla daha da adaletsiz bir hal alan gelir ve servet dağılımını düzeltmek için ciddi herhangi bir çaba içine girmezler. Aksine işçi sınıfının örgütlerini zayıf, toplumsal muhalefetin güçsüz olduğu dönemlerde enflasyonu düşürmek bahanesiyle gelir ve servet adaletini daha da bozacak politikalar uygularlar. Sıkı para ve sıkı maliye politikası, sıkı gelir politikası ve kur korumalı mevduat gibi uygulamalar bunların başında gelir.
Bu gidişatın tersine çevrilmesi ancak güçlü bir sınıf ve halk hareketi ile mümkündür. Kısa vadede neo-liberalizm ile hesaplaşmayan hiçbir politikanın gelir ve servet dağılımı adaletsizliğini düzeltmesi beklenmemelidir.
Dip notlar:
Mustafa Durmuş kimdir?Akademisyen, yazar, ekonomi politikçi Prof. Dr. Mustafa Durmuş, 1956 yılı Kelkit'te doğdu. 1977 yılından itibaren Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun oldu. 'Güney Kore'de İhracata Dönük Kalkınma Modeli' üzerine doktora tezi yazdı (1989). TÜRK-İŞ'e bağlı YOL-İŞ Federasyonu'nda eğitim uzmanı, Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi'nde asistan, Birleşik Krallık York Üniversitesi'nde misafir araştırmacı, Gazi Üniversitesi İİBF'de öğretim ve özel üst düzey yöneticilik yaptı. Halen Hacı Bayram Veli Üniversitesi İİBF Maliye öğretim bölümü üyesi ve T24 yazarı. Makalelerini yayımladığı 'Alternatif Akademi' adlı bir tükenme ve Kapitalizmin Krizi (2009), Kriz Darbe Savaş Kıskacında Türkiye Ekonomisi (2018), Büyük Değişim-Popülist Otoriterlik (2019) adlı kitapları var. Yaşamın Temel Ekonomisi (2021), Dünya Ekonomisini Anlamak I (2021) ve Siyasi Ekoloji (2022) editörlü kitapların da yazarları arasında. |
Ülkenin feraha çıkışı ve refaha kavuşması; merkezin aşırı biçimde güçlendirilerek oligarşik yapıların eline geçmesinin karşısında yereli güçlendirmekten geçiyor. Bu güçlendirme hem mali hem de idari olarak yerel yönetimlerin özerliğini de gerekli kılıyor
Yaygın kanı Esad iktidarının devrilmesinde en büyük kazananın Erdoğan olacağı yönünde olsa da, Türkiye uzun vadede en büyük kaybeden de olabilir. Daha fazla mültecinin akınına uğrayabilir
Suriye’nin işgalinin bölgedeki jeopolitik ve Suriye’nin komşularının iç siyasetlerine etkileri açısından büyük etkileri ve sonuçları olacağı açık
© Tüm hakları saklıdır.