Yeni yayımlanan bir IMF çalışması (1) küresel çapta olmak üzere, Korona salgını sonrasında devletlerce gündeme getirilen fiziksel mesafelenme kurallarına uyumun ve salgın ile mücadele konusunda devletlere olan güvenin giderek azaldığını gösteriyor.
Bu uyumsuzluk erkeklerde kadınlara nazaran daha fazla görülüyor. Öyle ki, Haziran - Eylül ayları arasında; fiziksel mesafeye uyum kadınlarda yüzde 75’ten yüzde 68’e, erkeklerde yüzde 67’den yüzde 62’ye geriledi.
Erken açılmanın sonuçları
Bu gelişmede kuşkusuz Haziran ayından bu yana yaratılmış olan "normalleşiyoruz" algısının ve "erken açılma"nın payı çok yüksek. Öyle ki insanlar hayatlarını sürdürebilmek için işlerine geri dönerken fiziksel mesafe kuralları ile aralarında bir denge kurmaya çalışıyorlar.
Ancak bu dengede ibre fiziksel mesafenin giderek kaybolmasıyla sonuçlanıyor. Zira özellikle de işçiler, kalabalık fabrikalarda, işyerlerinde çalışmak ve işlerine gidip gelirken toplu taşım araçlarını ya da kalabalık servis araçlarını kullanmak zorundalar.
Araştırma ayrıca Korona salgını ile ilgili olarak, özellikle de salgının çok hızlı ilerlediği ülkelerde, devletlere olan güvenin giderek azaldığını gösteriyor. Kuşkusuz, bir yandan devlete olan güvendeki azalma, diğer yandan fiziksel mesafelenme kurallarına uyumun azalması önümüzdeki sürecin salgın anlamında çok daha ağır geçeceğinin bir işareti.
Araştırmanın bulgularını şöyle yorumlamak mümkün:
Sürü bağışıklığı stratejisi uyumu ve güveni aşındırıyor
İlk olarak, siyasal iktidarların açık ya da örtülü bir biçimde uygulamakta oldukları "sürü bağışıklığı stratejisi"nin bir sonucu olarak fiziksel mesafe kuralına uyum azalıyor.
Yani kurallara uymamayı sadece insanların özensiz, dikkatsiz, umursamaz tutum ve davranışlarında değil, asıl olarak da hükümetlerin uyguladıkları bu stratejide aramak daha doğru olur. Zira bu strateji altında insanlar sokağa daha fazla çıkıyor, mobilizasyon ve fiziksel yakınlaşma artıyor.
Salgın kötüye kullanılıyor
İkinci olarak insanlar, haklı olarak, salgın yüzünden uygulanan kısıtlamalardan sıkılmaya, bıkmaya başladılar, özgür olmak istiyorlar. Üstelik iktidarlar bu durumu fırsata çevirip insanları evde tutarak otoriterleşme adımlarını sıklaştırıyorlar.
Üçüncü olarak, yaratılan bilgi kirliliği ve bilim dışı fikirler yüzünden insanlar salgının ne kadar tehlikeli olduğunu tam olarak kavrayamıyorlar.
Dördüncü olarak, iktidarlar salgınla mücadelede, bir iki ülke örneği istisnası dışında (Yeni Zelanda gibi), genelde başarısız kaldıkları gibi, eşitlikçi olmayan ve fırsatçı tutumları nedeniyle de toplum nezdinde güvenlerini iyice yitirmeye başladılar. Bu yüzden de insanlar iktidarların aldıkları önlemler doğru dahi olsa uygulamak istemiyorlar.
Bu sonuçlar hatırı sayılır bir süre daha salgının hayatlarımızı belirlemeye devam edeceğini gösteriyor. Çünkü bir yandan, sağlık alt yapısı çok zayıf, diğer yandan devletlerin salgına ve onun derinleştirdiği ekonomik ve sosyal krize karşı yanıtları, çözümleri yetersiz, üstelik bu çözümler adil de değil. Bu durum sorunları daha da ağırlaştırıyor.
Toplumsal dayanışma ağları hakiki seçenek
Bu araştırmanın önümüze koyduğu en önemli sonuçsa (bizce) şu:
Halkın ister liberal demokratik, isterse daha otoriter devletlere ve hükümetlere olan güveni giderek aşınıyor. Derinleşen ekonomik sorunlar da eklendiğinde, bu durum, başka bir seçenek ortaya konulmadığında, insanların bir süre sonra faşizm gibi çok daha sert ve otoriter, totaliter devlet biçimlerine olan desteğinin artmasıyla sonuçlanabilir. Böyle olası bir gelişmenin tüm insanlık için 20. yüzyıldaki örneklerinden çok daha ağır sonuçlar doğuracağı açık.
Diğer yandan umutsuzluğa kapılmaya da gerek yok. Çünkü bu salgın halkların, toplumun kendi iç dayanışmasını oluşturabileceğini, var olanı daha güçlendirebileceğini, yeni dayanışma yöntemleri ve yolları yaratabileceğini de gösterdi.
Umudu; halkların sorunlarına ilgisiz kalan, sırt çeviren, fırsatçı davranan iktidarlara, yönetimlere karşı, hem salgınla, hem de beraberinde getirdiği ekonomik ve sosyal sorunlarla baş edebilecek nitelikteki toplumsal dayanışma ağlarını kurarak yükseltebiliriz.
Umutlu olmamız için geçerli nedenlerimiz var
Korona salgınının da daha net bir biçimde gösterdiği gibi "toplum diye bir şey var". Farklı oranlarda ve biçimlerde etkilenmiş olsak da, salgın hepimizin ortak sorunu.
Bu bağlamda, "bencil birey" ve "rekabet" gibi kavramların sadece sermayenin düzenine hizmet eden ideolojik kavramlar olduğunu emekçiler başta olmak üzere tüm toplum nezdinde teşhir edebilir ve bunun karşısında toplumsal dayanışmayı koyabiliriz.
Ayrıca neoliberalizm sadece maddi kurumlarıyla değil, ekonomi politik ideolojisiyle de iflas etmiş, kapitalist ekonomiler salgın ile birlikte çöküşün eşiğine gelmiş durumda. Bu da insanların en az 300 yıldır var olan bir sistemi en azından ciddi olarak sorgulaması ile sonuçlanabilir ki antikapitalist mücadele bunun üzerinden daha da yükseltilebilir.
Keza bu salgınla birlikte devletlerin, hükümetlerin böyle büyük salgınlar altında dahi, toplumun ihtiyaçlarına sırt çevirip belli sınıf ve yapılara hizmet ettiği, aşırı merkeziyetçi - otoriter yönetimlerin olduğu kadar, liberal temsili demokrasilerin de salgınları iyi yönetemediği gerçeği ile yüzleşiyoruz. Bu da toplumun devlete ilişkin bakışını sorgulamasıyla sonuçlanabilir.
Bu gerçek de bizlere; normal zamanlarda olduğu kadar, böyle olağanüstü zamanlarda da, yerinden yönetim ve doğrudan - yerelleşmiş demokrasi anlayışının ve buna uygun toplumsal örgütlenme biçimlerinin hem ekonomik olarak etkin, hem de sosyal adaletçi olabildiğini kanıtlamak ve bu fikriyatı en geniş kitlelerle tanıştırmak imkânını sunuyor.
Ne abartılmış kötümserlik, ne de abartılmış iyimserlik
Ne abartılmış kötümserlik, ne de abartılmış iyimserlik içine düşmeyelim. Aşırı kötümser analizler bizi pasifizme, aşırı iyimser analizlerse maceracılığa götürür ki bu da uzun vadede hayal kırıklığı ve ardından da pasifizm ile sonuçlanır.
Özcesi, salgın "yeni bir ekonomi", "yeni bir toplum", "yeni bir demokrasi" anlayışını ve bu fikriyatı toplumsallaştırıp, politikleştirecek olan kolektif özneyi ve siyasal iradeyi gerçek anlamda var etme, canlandırma sorumluluğunu önümüze koyuyor. Geç olmadan gereğini yapalım. Bunu yaptığımızda bu bizim yıldızımızın parladığı an (2) olacaktır.
Dipnotlar:
1) https://blogs.imf.org/2020/11/12/together-again-physical-distancing-on-the-decline.
2) Stefan Zweig, Yıldızın Parladığı Anlar, Everest Yayınevi, 2014: Zweig kitabını tanıtırken şunları yazar: "Çağları aşan bir kararın bir tek takvime, bir tek saate, çoğu kez de yalnızca bir tek dakikaya sıkıştırıldığı trajik ve yazgıyı belirleyici anlara, bireylerin yaşamında ve tarihin akışı içinde çok ender rastlanır. Ben böyle anları İnsanlık Tarihinde Yıldızın Parladığı Anlar diye adlandırdım; çünkü onlar, tıpkı yıldızlar gibi, hiç değişmeden geçmişin karanlığına ışık tutmaktadırlar. İşte bu kitabımla, değişik zamanlara, değişik bölgelere ait kimi önemli anları, İnsanlık Tarihinde Yıldızın Parladığı Anlar’ı anımsatmaya çalıştım".