21 Kasım 2021
Siyasal iktidar kendi bekası için faiz indirimini sürdürmenin en doğru yol olduğuna inanıyor olsa gerek ki faiz oranları bu hafta bir kez daha (bu kez yüzde 16'dan 15'e) indirildi.
Artık kendini iyice dayatmaya başlayan bir erken seçim sürecine girildiğinden, fevkalade bir durum ortaya çıkmadıkça, Aralık'ta da indirimin devam etmesi beklenebilir.
Yazıya siyasal iktidarla faiz indirimini doğrudan ilişkilendirerek başlamamızın haklı bir nedeni var.
Normal koşullarda, merkez bankalarının siyasal iktidardan bağımsız olduğu ülkelerde faiz oranlarıyla ilgili kararı merkez bankaları alır. Bu neo-liberal kapitalizmin bir gereği. Ancak ülkemizde işler böyle yürümüyor. Siyasal iktidar doğrudan bu tür kararlara müdahale edebiliyor. Nitekim son faiz indirimi kararından iki gün önce Cumhurbaşkanı indirimin gerekliliğini anlatan bir konuşma yaptı. Mesaj Merkez Bankasınca alındı ve gereği yapıldı.
Bu yüzden de, her ne kadar hiçbir siyasi karar ekonomideki gelişmelerin etkisinden bağımsız olamasa da, bu iktisadi bir karar gibi görünen son faiz indirimi kararı da tıpkı öncekiler gibi aslında siyasi bir karar. Bu kararın TCMB Para Politikası Kurulunca alınmış olması bu durumu değiştirmiyor.
Kısaca, faiz indirimi iktisadi gerekçelerle alınmış, ekonominin içinde bulunduğu durumun gerektirdiği bir karar değil. Öyle olsaydı faiz oranı indirilmez sabit tutulur, hatta yükselen enflasyon ve döviz kuru karşısında daha da yükseltilirdi.
Bu indirimin muhtemel sonuçlarıyla devam edelim. Bunların başında kuşkusuz döviz kurunun yükselmeye devam etmesi geliyor.
Nitekim kararın açıklanmasının ardından dolar kuru 11,11'i buldu, sonrasında 11.28'e kadar çıktı. Karar açıklanmadan hemen önce ise kur 10,50 civarındaydı. Yani faiz indirimi ile birlikte TL dolar karşısında yaklaşık 75 kuruş daha değer kaybetti.
İkinci sonuç enflasyonun daha da artması biçiminde olacak. Yani Aralık ayı enflasyonunun Kasım ayından daha yüksek çıkması kaçınılmaz zira döviz kurundaki her artış başta enerji maliyetleri olmak üzere üretim maliyetlerini de artırıyor.
Üstelik açıklanan son enflasyon verilerine göre Üretici Fiyat Endeksi (ÜFE) ile Tüketici Fiyat Endeksi (TÜFE) arasındaki fark 25 puandan fazla. Yani üreticiler henüz kendi enflasyonlarını satış fiyatlarına yansıtabilmiş, tüketiciye aktarabilmiş değil. Bu yılın sonuna kadar bunun bir kısmı da yansıyınca enflasyonda bir patlama kaçınılmaz olacak.
Üçüncü olarak, faiz, kur ve enflasyondaki bu gelişmeler tasarruf sahiplerinin dolara ve avroya daha da yönelmesiyle (dolarizasyon) sonuçlanacak. Öyle ki daha önce de olduğu gibi talimatla faiz oranlarını indiren kamu bankalarından ucuza TL cinsinden kredi alan bir kısım spekülatörler, bu paralarla döviz alacaklar. Enflasyondan korunma kaygısıyla hareket edenlerle beraber bu kesimlerin dövize yönelimleri dövizin kurunun daha da yükselmesiyle sonuçlanacak.
Döviz alım satımı sırasında bireylerden kimlik sorulması gibi uygulamaların dövize olan talebi azaltmayacağı da açık. Kurdaki yükseliş böyle devam ederse, iktidarın sermaye kontrolleri gibi daha sert uygulamaları gündeme getirmesi söz konusu olabilir. Bu da serbest-dalgalı kur rejimini esas alan neo-liberalizmin sermaye hareketlerinin serbestliği ilkesine ters bir uygulama olur, bir kez daha neo-liberalizmin bir diğer kutsalına karşı gelme anlamına gelir.
Yani 20 yıldır neo-liberal bir birikim stratejisi uygulamışken, merkez bankasının bağımsızlığını ortadan kaldırarak ve sermaye hareketlerine kısıtlar koyarak bu birikim stratejisini sürdürebilmek de, iktidarda kalabilmek de mümkün değil.
Dördüncü olarak, borç stokları daha da artacak. Bu sadece özel sektörün vadesi gelen döviz cinsinden borçlarını geri ödeyebilmek için daha fazla borçlanması yüzünden olmayacak. Bu stok aynı zamanda dövizli borçların TL cinsinden değerleri üzerinden de artacak.
Nitekim Bu yılın Eylül ayı sonu itibarıyla ekonomideki toplam borç (kamu+özel; iç+dış) 9,2 trilyon TL'yi buluyordu. (1) Bu haliyle milli gelirin yüzde 150'sini aşan bir borç stoku büyüklüğünden söz ediyoruz. Bu stokun mevcut Partili Cumhurbaşkanlığı Rejiminin başlangıç yılı olan 2017 yılında sadece 4,3 trilyon TL olduğunun altını çizelim.
Faiz indiriminin ekonomiye makro etkilerinin sonuncusu; bunun bir döviz krizini, hatta döviz borcu yüksek olan şirketlerin olası iflasları nedeniyle, sistemik bir bankacılık krizini tetiklemesi biçiminde görülebilir. Buna bir de son zamanlarda Hazinenin iç borçlanmasını giderek daha çok döviz cinsinden yaptığı gerçeği eklendiğinde, kurdaki yükselişin bir devlet mali krizine neden olması da hayli mümkün.
Kuşkusuz faiz indiriminin asıl etkisi emekçilerin, sabit gelirlilerin kısaca halkın daha da yoksullaşması, gelir dağılımı adaletsizliğinin daha da bozulması ve işsizliğin daha da artması biçiminde olacak. Önceki kur yükselişlerinin etkilerini dün yapılan benzin, motorin ve LPG fiyatlarındaki artışla sineye çekmek durumunda kalan halk, son faiz indirimi yüzünden ortaya çıkan kur artışlarının benzer etkilerini her şeye tepeden tırnağa yapılan zamlarda görecek. Bu da onun yoksulluğunu ve ıstırabını daha da artıracak.
Siyasal iktidarın bu sonuçları öngörmemesi mümkün değil. Bu nedenle de bugünlerde herkes şu sorunun yanıtını arıyor sanki: "Bunların yaşanacağı öngörülmesine rağmen, üstelik de iktidarın hızla taban kaybettiği bir anda, neden ısrarla faiz indirimine gidiliyor?".
Bazı çevreler bu durumu "bilim dışılık", "akıl tutulması" gibi sözcüklerle açıklasa da bu açıklamalar yeterli değil. Siyasal iktidarı faiz indirimi politikasına zorlayan derindeki nedenleri bulup çıkartmamız gerekiyor.
Bu nedenlerden biri iktidarın seslendiği tabanın önemli bir kısmının dini gerekçelerle faize karşı takındığı tutum. Üstelik siyasal iktidarın rengini son yıllarda sadece milliyetçilik değil, siyasal İslamcılık veriyor artık.
Bu yüzden de, örneğin 2013 yılına kadarki dönemlerinde iktidar asıl olarak ekonomide serbestlik, piyasacılık, yönetişim gibi neo-liberal söylemleri ön plana çıkartmışken, 2015 yılından bu yana söylemi giderek değiştirdi. Artık bir yandan çok daha sert, otoriter, baskıcı bir karaktere bürünmüşken, diğer yandan milliyetçi ve siyasal İslamcı söylemlere daha fazla başvuruyor.
Bu söylemlerin başında kuşkusuz "faizin günah olduğu" söylemi geliyor. Son faiz indirimi kararından iki gün önce Cumhurbaşkanı da bunu açıkça vurguladı. Burada kuşkusuz AKP'den giderek artan kopmalar karşısında özellikle de mütedeyyin-dindar seçmeni konsolide etme çabası var.
Bu yüzden de faiz indirimi İslam'da çok önemli günahlardan biri olan faiz almaya ya da "faiz yemeye" (Bakara, Al-i İmran ve Nisa sureleri) karşı bir tavır almak olarak tabanın beğenisine sunuluyor.
Diğer taraftan bu konuda ciddi bir tutarsızlık da söz konusu. Çünkü şu anda faizden beyan yoluyla vergi alınmadığı gibi, gelir vergisi stopajı da iyice düşürüldü.
Öncelikle GVK Geçici 67'nci Maddesi uyarınca; Hazine bonosu-devlet tahvillerinden elde edilen faiz ve borsa kazançlarından gelir vergisi stopajı sıfır oranında yapılıyor, yani fiilen vergi alınmıyor. Dahası Ekim 2020'den bu yana, bankalardaki TL cinsinden mevduatlara uygulanan stopaj desteği, süresi bir kez daha olmak üzere, bu yılın sonuna kadar uzatıldı. Buna göre vadesiz hesaplar ile altı aya kadar vadeli hesaplarda indirimli oran yüzde 5, bir yıla kadar vadeli hesaplarda yüzde 3 olarak uygulanıp buna göre vergi alınırken, bir yıldan uzun vadeli hesaplardan hiç gelir vergisi alınmayacak (sıfır stopaj).
Bir örnek vermek gerekirse, bir zenginin bankadaki 10 milyon liralık mevduatı eğer bir yıldan uzun vadeli ise bundan elde edeceği yüzbinlerce lira tutarındaki faizden hiç gelir vergisi vergi alınmayacak.
İkinci olarak şu anda gelişkin ekonomilerindeki faiz oranları sıfıra yakın, hatta negatif. Böyle bir dönemde bile Türkiye dünyada en yüksek faizle borçlanabilen ülkelerin arasında yer alıyor. Yani faiz oranlarının dünyada çok düşük olduğu bir anda Türkiye'deki faizlerin bu denli yüksek olması ciddi bir çelişki.
O halde ülkenin bu duruma nasıl getirildiğinin ve bundan kimlerin sorumlu olduğunun öncelikli olarak sorgulanması gerekiyor. Bu sadece ülkenin risk priminin yüksekliği ya da ülkeye olan güvenin zayıflığı ile açıklanabilecek bir konu değil. Bu aynı zamanda ülkenin giderek daha fazla borçlanmaya başvurmak durumunda kalmasıyla ilgili de bir durum.
Yani bir ülke ne kadar çok borçlanma ihtiyacı duyuyor ve borç için piyasaya çıkıyorsa, o kadar yüksek faiz oranlarıyla karşılaşabiliyor. Bu da faiz faturasının şişmesiyle sonuçlanıyor. Nitekim 2022 yılı MYB Teklifine göre, Türkiye bu yıl 180 milyar TL, gelecek yıl 240 milyar TL ve 2024 yılında 320 milyar TL faiz ödeyecek.
Vergi almak yerine borç almak yüksek faizin nedeni
Ülkenin daha fazla borçlanmasının bir nedeni iktidar blokunun sermayeden yeterince vergi almak istememesi, böylece ortaya çıkan bütçe açığını borçlanma ile kapatma yoluna gitmesi. Yani siyasal iktidar bir süredir sermayeyi vergilendirmek yerine ondan borç alarak, böylece ona yüksek faiz oranlarından kaynak aktarmayı sürdürüyor. Bu da iktidarın faizle mücadelesi konusundaki samimiyetini bir kez daha sorgulatıyor.
Borçlanmanın bir diğer nedeni ise bazı harcamaların ciddi biçimde artıyor olması. Bunların başında güvenlik harcamaları adı da verilen askeri harcamalar ve iç güvenlik-kamu düzeni harcamaları geliyor. Önümüzdeki yıl sadece Merkezi Yönetim Bütçesinden bu harcamalar için ayrılacak kaynağın tutarı 246 milyar TL'yi buluyor.
Bu tür harcamaların yüksekliği kaçınılmaz olarak yeni borçlanmaların ve daha yüksek ve fazla faiz ödenmesinin de önünü açıyor. Yani bu denli askeri harcama yapıldığında ve bunun vergisi de sermayeden alınmadığında (tam tersine sermayeye yüzlerce milyar liralık vergi teşviki verildiğinde), kaçınılmaz olarak borçlanmaya başvuruluyor. Bu da borçlanma faiz oranının yükselmesiyle sonuçlanıyor.
Kısaca, askeri harcamalar ya da militarist harcamalar daha fazla borçlanmanın ve daha yüksek faiz oranlarının önünü açıyor. Ne kadar çok askeri harcama, o kadar çok borçlanma ve faiz ödemesi demek oluyor.
Diğer taraftan, yüksek enflasyon ve bu nedenle de fiilen negatif reel faiz olgusunun varlığına rağmen faizleri indirmenin sınıfsal bir karşılığı var.
Çünkü faiz indirimi bir yandan emlak, inşaat sektöründeki müteahhitleri ve bankaları memnun ederken, diğer yandan bunun neden olduğu döviz kuru artışları, ödemesini devletten dövize endeksli olarak alan KOİ müteahhitlerini ve ihracatçıları durduk yerde zengin ediyor.
Diğer yandan, açlık sınırının dahi altında belirlenen asgari ücret, gerçekte yüzde 40'lara dayanmış olan enflasyon ve 10 milyona yakın işsizin ve derin yoksulluğun varlığı yetmiyormuş gibi, doğal gaz, elektrik, petrol gibi ürünlere sıklıkla yapılan doğrudan ya da dolaylı zamlar halkı daha da yoksullaştırıyor.
Bu durum da ister istemez akıllara, siyasal iktidarın kurun yükselişi ya da enflasyonun tırmanması ile gerçekte bir sorununun olmadığı, bunun bir tür sermaye çevreleri lehine yeniden bölüşüm politikası aracı ve genel bir mülksüzleştirme projesi olarak sürdürülen bir strateji olduğu düşüncesini pekiştiriyor. Ya da faiz indirimlerinin sosyal sınıflar arasındaki savaşın aktif bir aracı olarak kullanılıyor olduğu tezini güçlendiriyor.
Faiz indirimlerinin durgunluktaki, özellikle de genel seçimler öncesindeki, bir ekonomiyi canlandırmada en etkili para politikası aracı olduğu görüşü iktisatçılar tarafından genellikle kabul edilen bir görüş. Zira düşük faizlerin hem tüketimi, hem de yatırımı canlandırdığına inanılıyor.
Ancak enflasyon ve döviz kurunun bu denli yüksek, dolarizasyonun tehlikeli boyutlara ulaştığı bizim gibi ekonomilerde, faiz oranlarını düşürerek bu canlanmayı sağlayabilmek mümkün olamayacağı gibi, mevcut sorunların daha da büyümesi ve ekonominin ciddi bir finansal krize girmesi hayli muhtemel.
Çünkü alınan siyasal bir kararla düşürülen faiz oranı merkez bankasının politika faizi oranı. Oysa piyasada çok çeşitli faiz oranları hüküm sürüyor. MB faiz oranının bu farklı piyasa faiz oranlarını nasıl etkileyeceği konusu da belirsiz.
Öyle ki Merkez Bankası'nın faiz indiriminin bir yıldan uzun vadeli piyasa faiz oranlarını düşürme gücü çok zayıf. Kaldı ki bireysel tüketim konusunda etkili olabilecek olan ihtiyaç kredilerinin faizlerinde kayda değer bir düşüş de yaşanmıyor. Ayrıca artan işsizlik nedeniyle borçları çok fazla artan insanların faiz oranları düştü diye tüketimlerini artırmaları da beklenmemeli. Tüm bunlar dikkate alındığında faiz oranlarının düşürülmesi ile özel tüketim harcamalarının ciddi bir biçimde artmasını, böylece ekonominin tüketim yönlü olarak hızlı büyümesini beklemek pek gerçekçi olmaz. Emlak ve gayrimenkul alımları konusunda da bir belirsizlik söz konusu zira kredi maliyetleri düşse dahi, artan döviz kuru nedeniyle inşaat üretim maliyetleri arttığından faiz indirimi bu sektörde beklenen canlılığı sağlayamayabilir. (2)
Yatırım harcamaları açısından da benzer bir durum söz konusu. Özellikle de kamu bankaları devreye sokularak siyasi talimatla ticari kredilerde bir indirim söz konusu. Bu belki yüksek borçluluk düzeylerindeki işletmelere biraz nefes aldırabilir ama bu indirimler yeni yatırımların yapılmasını sağlamaz.
Zira bir yandan yatırımcının gelecekle ilgili beklentileri belirsiz ve ekonomi yönetimine karşı ciddi bir güven yitimi söz konusu. Diğer yandan yükselen enflasyon ve döviz kuru nedeniyle üretim maliyetleri ciddi bir biçimde artıyor. Yani sadece finansman maliyetlerinin düşmesi kâr oranlarını artırmaya yetmeyecek, bu da yeni yatırımların yapılmasını caydırarak ekonomide beklenen canlanma ya da büyümenin ortaya çıkışını önleyecektir.
Faiz indirimleriyle birlikte gelen kredi artışı, özellikle de 2014 yılından bu yana ekonomiyi olduğu kadar, toplumu da yönetmenin bir aracı olarak, daha doğrusu otoriterleşmenin bir aracı olarak kullanılıyor. Öyle ki borçlu bireyler ve şirketler finansal istikrarın sürdürülebilmesi, böylece borçlarını geri ödemede sorun yaşamamak için iktidara destek vermek durumunda kalıyor.
Nitekim iktidar daha önce sıklıkla kullandığı KGF destekli kredileri Kovid-19 salgını sırasında uyguladığı kredi genişletme politikasıyla daha da destekledi. Öyle ki Salgından bu yılın Ağustos ayına kadar kullandırılan ve ertelenen toplam kredi miktarı 458,3 milyar TL'yi buldu. (3)
Kısaca, salgın günlerinde dahi, ücret-gelir artışı veya gelir desteği sağlamak yerine, kredilendirme yoluyla borçlandırarak geniş kitleleri biat ettirme politikası, iktidar blokunun sürdürdüğü otoriterleşme stratejisinin iktisadi ayaklarından biri olarak işlev görüyor.
Son olarak, siyasal iktidar şapkadan yeni bir tavşan çıkartmaya hazırlanıyor. 2003-2008 ve 2009-2013 dönemlerindeki bol küresel likidite imkanlarıyla uyguladığı "düşük faiz- düşük enflasyon –değerli TL" stratejisinin ile sağladığı ekonomik büyümeyi, bu kez farklı bir versiyon altında bir kez daha sağlayabileceğine, böylece de iktidarda kalabileceğine inanıyor.
Bu seferki stratejisini iki aşamalı olarak hayata geçirmeyi planlıyor. İlk aşamada "düşük faiz-yüksek kurun" hem içerde canlanmayı sağlayacağı, hem de ihracatı artıracağı düşünülüyor. İkinci aşamada ise "yüksek ihracatın kuru aşağıya çekeceğine ve bunun da enflasyonu düşüreceğine" inanılıyor. Bu arada "ithal ikameci yeni yatırımlar ve sektörlerle cari açığın azaltılarak", dolayısıyla da dövize olan ihtiyacın azaltılarak döviz kurunun ve enflasyonun daha da düşürülebileceği umut ediliyor.
Ancak böyle bir strateji pratikte uygulanabilir olsa dahi, öncelikle 18-24 ay gibi kısa bir sürede beklenen sonucu vermez. Yani yaklaşan seçimler dikkate alındığında, siyasal iktidarın elde etmeyi umduğu sonuçları elde etmeye yetecek kadar zamanı yok. Elbette savaş gibi gerekçelerle seçimler ertelenirse durum farklılaşabilir ki son teskerenin iki yıllık olarak düzenlenmesi bu yolun da açık olduğunun bir işareti olarak görülmeli.
İkincisi ve belki daha da önemlisi, AKP'nin ilk dönemleri olan 2003-2008 ve 2009-2013 dönemleri faiz indirimlerinin gerçekleştirilebilmesi açısından son derece uygun dış koşulların (bol küresel likidite) olduğu yıllardı. O yıllarda FED ve ECB başta olmak üzere tüm gelişkin ekonomilerin merkez bankaları hem düşük faiz politikası, hem de trilyonlarca doları bulan miktarsal ve parasal kolaylaştırma politikaları uyguluyorlardı.
Oysa bugün içinden geçtiğimiz dönem o dönemlerden oldukça farklı. Özellikle de Kovid-19 sonrası devasa biçimde artan kamu borç stokları ve hızla yükselen enflasyon tüm dünyada parasal sıkılaştırmaya ve faiz oranlarının yükseltilmesine gidilmesini zorunlu kılıyor. Dolayısıyla da neredeyse tüm ülkeler bu yönde adımlar atıyor.
Yani dolar ve avronun faizi giderek yükselirken TL'nin faizini sürekli olarak düşürebilmek iktisadi olarak mümkün de değil, anlamlı da değil. Hele ki onlarca yıldır yapısal olarak yabancı sermayeye ve sıcak paraya mahkûm hale getirilmiş bir ekonomi için bu yola başvurulması ateşle oynamak demek. Çünkü bu ani yabancı sermaye girişi duruşlarına ve hızlı kaçışlarına neden olur ki bu da ertelenmekte olan finansal krizin artık patlak vermesiyle sonuçlanır.
Bu gerçeklere rağmen iktidar bloku tıpkı "faiz sebep enflasyon sonuç" takıntısında olduğu gibi, bu yeni sözde ekonomik stratejiyi uygularsa ne olur?
Bu en iyisinden, Marx'ın bir olayın tarihte iki kez görülebileceğini anlatırken dediği gibi, "ilkinde trajedi, ikincisinde komedi olur". İlkinin, yani faizin sebep enflasyonun sonuç olduğu takıntısının neden olduğu trajediyi hala yaşıyoruz. İkincisi, yani düşük faiz- yüksek kur- yüksek ihracatı anlatan komedi kısmı ise bize uygun bir şekilde, daha ziyade trajikomik bir biçimde gerçekleşir.
Dipnotlar
Suriye’nin işgalinin bölgedeki jeopolitik ve Suriye’nin komşularının iç siyasetlerine etkileri açısından büyük etkileri ve sonuçları olacağı açık
Son haftalarda Türkiye, Esad rejiminin Ankara ile ilişkileri normalleştirme çabalarını reddetmesinin ardından isyancı örgütlere yeşil ışık yaktı. Elde edilen sonuç dikkate alındığında, bundan böyle Türkiye muhtemelen ülkedeki en etkili dış aktör olarak ortaya çıkacaktır
“Kara Cuma” dünyada şirketlerin satışlarını patlatarak kậrlarını artırdıkları bir kapitalist oyunun adı. Aynı zamanda halk açısından bir aldatmaca zira halk daha öncesinde şişirilmiş fiyatlardan büyük çapta yapılan indirimlere kanarak daha fazla tüketmeye yönlendiriliyor
© Tüm hakları saklıdır.