26 Nisan 2024
Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası’nın (WB) 2024 Bahar ana toplantıları 17-19 Nisan, yan toplantıları ise 15-20 Nisan günleri arasında Washington’da yapıldı.
Bu yılki toplantılarda, resesyona yol açmaksızın enflasyonu düşürme bağlamında, “yumuşak iniş stratejisinin sonuçlarının değerlendirilmesi”, “artan iklim finansmanı ihtiyaçlarının karşılanması” ve “yüksek küresel borç stokları” gibi konular ele alındı.
Ayrıca her iki kurum, Orta Doğu ve Tayvan Boğazı da dâhil olmak üzere artan küresel gerilimlerin, şu anda beklenenden daha iyi görünen ekonomik gidişatı nasıl kesintiye uğratabileceği konusunu da ele aldılar.
Bu gerilimlerin, temel gıda, enerji-petrol ve yarı iletkenler gibi önemli küresel ürünlere yönelik ciddi küresel tedarik zinciri kesintilerine neden olabileceği ve bunun da arz yönlü olarak enflasyonu tetikleyebileceği hususu üzerinde duruldu.
Ancak uzmanlara göre, her iki kurumun da kredi verme kapasitelerinin arttırılması çabaları da dâhil olmak üzere, bu bahar toplantılarında büyük reformlar konusunda önemli bir gelişme sağlanamadı. (1) Yani bu kurumların reforma tabi tutulması gibi asıl önemli konuları ele almak başka bir bahara kalmış gibi görünüyor.
Bu toplantılar sürerken, bir yandan da, iki kurumca hazırlanan düzenli raporlar peş peşe açıklandı. Bunlardan IMF’nin “Dünyanın Ekonomik Görünümü” başlıklı raporunda, dünyaya, çeşitli bölgelere ve ülkelerin ekonomilerine ilişkin gelecekle ilgili olarak, başta ekonomik büyüme ve enflasyon olmak üzere, çeşitli makroekonomik tahminler yapılıyor.
Örneğin IMF, dünya ekonomisinin 2024 ve 2025 yıllarında ortalama yüzde 3,2 büyürken, enflasyon oranlarının aynı yıllar için ortalama yüzde 2,8 ve yüzde 2,4 olacağını, bunda da izlenmekte olan yumuşak iniş politikalarının etkili olacağını öngörüyor. (2)
IMF, “ABD ekonomisi pandemi öncesi trendini çoktan aşmış durumda” tespitini yaparak, ABD ekonomisinin dünyanın büyümesinde lokomotif görevi üstleneceğini düşünüyor.
Zira en gelişmiş yedi kapitalist ekonomi (G7) arasında ABD ekonomisinin büyüme hızının 2023’te yüzde 2,5’ten 2024’te yüzde 2,7’ye yükselmesini bekliyor. Bu oran diğer G7 ülkelerinin ekonomik büyüme hızlarının yaklaşık iki katı. “Fransa, Almanya, İtalya, Japonya ve Birleşik Krallık ise yüzde 1’in altında bir büyüme ile durgunluk içinde kalmaya devam edecekler”, tespiti yapılıyor.
Bu durum, ABD’de yılsonundaki başkanlık seçimlerinde Trump’ın yeniden başkan seçilmesinin güçlü bir ihtimal olduğu dikkate alındığında, şaşırtıcı olmalı. Zira genelde, pro-faşist liderlerin ve partilerin ekonomide işler iyiye giderken yükselişe geçmediği, aksine ekonomik koşulların kötüleşmesi durumunda popüler hale geldikleri görülüyor.
“Yükselen ve Gelişmekte Olan Ekonomiler” olarak adlandırılan ülkeler arasında ise Hindistan ekonomisinin yılda yüzde 6’nın üzerinde bir hızla büyümesi beklenirken, Çin ekonomisindeki büyümenin yüzde 5’in altına düşmesi öngörülüyor.
Ancak Covid-19 pandemisinden önceki beş yılda küresel büyüme ortalama yüzde 3,4 gibi kayda değer bir oranda gerçekleşmişti. Diğer yandan IMF’nin bu raporda, önümüzdeki beş yıldaki ekonomik büyümenin muhtemelen otuz yılı aşkın bir sürenin en zayıfı olacağı konusunda ülkeleri uyardığını da belirtmekte yarar var.
Keza dünya ekonomisine ait göreceli iyimserliğin, zayıf verimlilik artışı, artan ticaret savaşları ve yoksul küresel Güneydeki borç krizini gizlediğinin de altının çizilmesi lazım. Nitekim her iki kuruluşun raporları da bu duruma dikkat çekerek finansal risklerin sürmekte olduğuna vurgu yapıyorlar. Kısaca içinde bulunduğumuz bu 10 yılı, en iyi ihtimalle, “ılımlı yıllar” olarak nitelendiriyorlar.
Nitekim Bloomberg, dirençli gibi görünen küresel ekonominin artan borç ve küresel eşitsizliği maskelediğini ileri sürüyor. Ona göre dünya ekonomisi bu yıl ancak yüzde 2,9 büyüyebilecek ve dünya bir krizden kurtulmuş gibi görünse de, savaşlar ve ekonomik milliyetçilik pek çok ülkeyi daha kötü durumda bırakacak.
Yani “2024’ün giderek daha umut verici hale gelen iktisadi hikâyesi, yumuşak bir inişe doğru giden ancak aynı zamanda daha tehlikeli, bölünmüş, borçlu ve eşitsiz hale gelen bir dünyadan oluşuyor”. (3)
Dünya ekonomisinin bu hali bize, kâr oranlarındaki bir düşüş ile birlikte ilerde, tıpkı 1929-33 ve 2008-2009 kapitalist krizleri gibi bir kriz sürecine girilebileceğini ve bu gerçekleştiğinde yeni bölgesel savaşların ya da gerilimlerin hatta dünya çapında bir savaşın da ortaya çıkabileceğini düşündürüyor.
Fiyat istikrarı anlamında IMF büyük gelişmiş ekonomilerin çok uzak olmayan bir gelecekte yumuşak bir iniş yapacağı konusunda iyimserliğini koruyor. IMF, ayrıca G7 ülkelerinde enflasyonun uzun vadeli ortalama ve hedef seviye olan yüzde 2’ye (üstelik 2025 gibi kısa bir sürede) dönmesini ve bu arada nispeten yavaş da olsa ekonomik büyümenin devam etmesini bekliyor.
Ancak bu öngörü çok iyimser zira İsrail ve İran arasında tırmanan gerilimin de ortaya koyduğu gibi, siyasal ve jeopolitik risklerle dolu bir dünyada bu olayların başta enflasyon olmak üzere bazı ekonomik sonuçlarının olması kaçınılmaz. Ukrayna-Rusya savaşı bunun en somut örneği.
Dünya Bankası raporunda ise 2022 yılında dünyada 712 milyon insanın aşırı yoksulluk içinde yaşarken (günde 2,15 dolardan daha az bir gelirle geçinenler) bu sayının 2019 yılındakinden 23 milyon daha fazla olduğuna dikkat çekiliyor.
IMF Başkanı Georgieva, düşük gelirli olarak sınıflandırılan 69 ülkenin toplam gayrisafi yurtiçi hasılasının, eğer Covid-19 pandemisi yaşanmasaydı ortaya çıkacak olan büyüklüğünden yüzde 10 daha az olduğunu ve ekonomilerin hükümet bütçelerini tüketen borç ana para ve faizi geri ödeme maliyetleri nedeniyle zorlandığını ileri sürüyor.
Ayrıca “büyümenin bundan böyle yavaş olma ihtimalinin yüksekliği nedeniyle yoksul ülkelerin diğerleriyle arayı kapatma şansının daha da azaldığına, gerçekten ölüm kalım savaşı veren, ekonomik ve sosyal zorluklarla karşı karşıya olan ülkelerin varlığına” dikkat çekiyor.
Hükümetler, işletmeler ve yatırımcılar için bir diğer endişe kaynağı ise bu yılın faiz indirimleri yılı olması gerekirken, bunun tam olarak gerçekleşmemesi. Zira gelişmiş ekonomilerdeki bazı merkez bankaları, fiyat baskılarının devam ettiğini gösteren raporlar ışığında, daha temkinli bir yaklaşım benimsiyorlar. Örneğin ABD’de son dönemde enflasyonda görülen artış, bazı FED yetkililerinin faiz indirimi için gelecek yıla kadar bekleyebileceklerini öne sürmelerine neden oldu.
Küresel merkez bankalarının faiz indirimi konusundaki suskunluğunun borç batağına saplanmış bir dünya için çok önemli sonuçlar doğuracağı çok açık. Öyle ki IMF’ye göre bazı düşük gelirli ülkeler GSYH’lerinin yüzde 13’ünü borç servisi için harcıyor. Birleşmiş Milletler (UN) ise, 3,3 milyar insanın, hükümetlerin eğitim ya da sağlıktan çok faize harcama yaptığı ülkelerde yaşadığını tahmin ediyor.
Ancak iktidarlar ekonomik milliyetçiliği pompalamaya devam ettikçe durum daha da kötüleşebilir. D.Trump’ın ABD’deki başkanlık seçimlerine gidilirken yapılan anketlerde önde gitmesi, diğer pro- faşist ya da aşırı sağcı popülist liderlerin Avrupa’da zemin kazanması ve Hindistan’da N. Modi gibi bir pro-faşist liderin başkanlık seçimlerini üçüncü kez kazanacağına kesin gözüyle bakılması, barış isteyen herkes için umutlu olmaktan ziyade belirsiz ve potansiyel olarak kaotik görünüyor.
Raporların Türkiye ekonomisi ile ilgili olarak söyledikleri en önemli şey, önümüzdeki yıllarda Türkiye ekonomisinin eskiden olduğu kadar yüksek büyüme hızları ile büyüyemeyecek olması.
Örneğin IMF raporuna göre, Yükselen Ekonomiler ve Gelişmekte Olan Ekonomiler sırasıyla; 2024’te yüzde 4,2 ve 2025’te yüzde 4,2 büyüyecekler. Türkiye ekonomisi ise bu ortalamanın altında olmak üzere; 2024 yılında yüzde 3,1 ve 2025 yılında yüzde 3,2 büyüyecek ve büyüme hızı ancak 2029 yılında yüzde 3,5’e çıkabilecek.
Dünya Bankası da benzer biçimde, Hazine ve Merkez Bankası tarafından hayata geçirilen makroekonomik konsolidasyon çabalarının iç talebi baskılamasına atıfta bulunarak, Türkiye ekonomisindeki büyümenin bu yıl yüzde 3’e gerileyeceğini öngörüyor.
Bu, Covid-19 pandemisinden etkilenen yıllar hariç olmak üzere, 2009’dan bu yana ekonomik büyümede en düşük seviye demek oluyor (o yıl ekonomi 2008 krizinin etkisiyle yüzde 4,7 oranında küçülmüştü). Bir başka anlatımla, ekonomik büyüme 2025 yılında yüzde 3,6’ya ve 2026’da yüzde 4,3’e çıksa da, ekonomi eskisi canlı olmayacak.
Kuşkusuz ekonomik büyümedeki bu yavaşlamanın gelir dağılımı, işsizlik ve yoksulluk başta olmak üzere önemli sosyal olumsuz etkileri olacak, bu da son yılların en büyük ekonomik hak ve refah kayıplarına uğramış olan başta işçi sınıfı olmak üzere emekçilerin nesnel olarak mücadelelerinin artmasına, sınıf mücadelesinin keskinleşmesine neden olacaktır.
Ayrıca bu gelişmenin bazı önemli siyasal sonuçlarının olması da beklenebilir. Öyle ki, kimlik meselelerini ön plana çıkaran siyaset ekonomi iyi giderken işe yarıyor, buna karşılık kalıcı yüksek enflasyon ve hayat pahalılığı sırasında pek işe yaramıyor. Büyüyen ekonomi her zaman Erdoğan’ın popülaritesinin en büyük parçasıydı, kimlikler üzerinden yürütülen kutuplaştırıcı siyaset de bu popülerliğin devamını sağlıyordu. Ancak son 22 yıldır Erdoğan’ın en büyük gücü olan canlı ve büyüyen ekonomi şimdi onun zayıf karnı haline geldi (İsrail ile olan ticaretin sürmesinin neden olduğu taban kaybına ilave olarak). 31 Mart yerel seçimlerinde iktidar blokunun aldığı yenilgi bunun somut bir kanıtı.
IMF ve Dünya Bankası'nın Bahar Toplantılarında, sayıları milyarları bulan insanın hayatını değiştirecek (genelde kötü yönde) önemli küresel ekonomik kararlar alınıyor. İşin ironik yanı bu kurumların, dünyada aşırı yoksulluğu gidermek için çaba gösterdiklerini ilan etmeleri. Öyle ki örneğin Dünya Bankası'nın resmi web sitesinde böyle yazıyor:
“Dünya Bankası'nın rolü, yoksul üyelerinin hükümetlerine ekonomilerini iyileştirmeleri ve halklarının yaşam standartlarını yükseltmeleri için borç para vererek yoksulluğu azaltmaktır.”
Bu sözler kulağa hoş gelse de, bir ülkeyi daha da borç batağına iterek ülke insanı ve ekonomisi yoksulluktan kurtarılamaz. Tam tersine daha fazla dış borç demek alan ülkelerin bağımsızlığının yitirilmesi, bu da merkez ülkelerdeki sermaye birikiminin önünün açılması demektir. Kısaca Dünya Bankası azgelişmiş ülkelere yardım amacıyla bu programları hayata geçirmiyor, merkez ülkelerdeki sermaye ve servet birikiminin hızlanması için bir yol olarak bunlara aracılık ediyor.
Bu konuda sadece aşağıdaki örnek bile bu kuruluşun gerçekte neye hizmet ettiğini ortaya koymaya yeterlidir. (4)
“Uganda'nın Kalangala bölgesindeki Bugala Adası adlı uzak bir bölgede yaşayan topluluklar, bölgelerinin Uganda Hükümeti tarafından büyük bir fabrikanın kurulacağı yer olarak seçildiği haberini aldıklarında, elektrik, daha iyi yollar ve su taşımacılığı altyapısı, hastane, daha iyi okullar ve hatta gençler için iş vaatleri nedeniyle bunu büyük bir heyecan ve coşkuyla karşıladılar. Ancak bunun hiç bitmeyecek bir kâbusun başlangıcı olacağını, çocuklarının topraklarını ve miraslarını kaybedeceklerini, evlerinin ve bahçelerinin köşelerinde ustalaşmış görme engelli çocuklarının ve yetişkinlerinin yeni sınırları yeniden öğrenmek zorunda kalacaklarını bilmiyorlardı.
Kalangala Oil Palm Uganda Limited (OPUL) Projesi adı verilen bu proje 1998 yılında Dünya Bankası ve Uluslararası Tarımsal Kalkınma Fonu'nun (IFAD) teknik ve mali desteğiyle Uganda Hükümeti tarafından bir Kamu Özel Ortaklığı (PPP) olarak başlatıldı. Projenin amacı Uganda'nın en ücra ve en yoksul bölgelerinden birinde kalkınmayı teşvik etmekti. Dünya Bankası Uluslararası Finans Kurumu (IFC) sponsorluğundaki proje, BIDCO Africa Limited ve BIDCO Uganda Limited ile OPUL arasında doğrudan bir bağlantı var. Çünkü IDCO Africa Limited, Oil Palm Uganda Limited'in (OPUL) yüzde 90’ına sahip olan BIDCO Uganda’nın önemli bir hissedarı.
Bu şirket, 10.000 hektarı Victoria Gölü'ndeki Kalangala Adaları'nda olmak üzere 40.000 hektardan fazla doğal orman arazisini palm yağı plantasyonları kurmak üzere satın aldı. Ancak halk bundan mutlu değil, pek çok topluluk, ellerinden alınan araziler için hala tazminat talep ediyor. Dahası, bu topluluklar, özellikle de kadınlar ve gençler, herhangi bir araziye sahip olmadıkları veya herhangi bir araziyi kontrol etmedikleri için küçük arazi tazminatından yararlanamadılar. Söz verilen işler bir türlü gelmediği için işsizlikle, toprak kaybı nedeniyle gıda üretiminin etkilenmesi sonucu gıda güvensizliğiyle, işsiz ve yoksul insan sayısındaki artış nedeniyle güvensizlikle, özellikle şirketin plantasyonlarda ve endüstride çalışmak üzere bölge dışından ve ülke genelinden insanları getirmesiyle nüfus arttığı için HIV/AIDS yaygınlığındaki artışla boğuşmaya devam ediyorlar”. (5)
Özetle, Dünya Bankası, Uganda’nın en yoksul bölgelerinden birinde bir palmiye yağı plantasyonunu projesine finansman sağladı, bunu yaparken de yerli halka altyapı, iş ve refah vaat etti. Halkın elde ettiği şeyler ise emek sömürüsü, toprak gaspı ve kalıcı sağlık sorunları oldu.
Bu örnek Dünya Bankası'nın gerçek işlevinin ne olduğunu göstermeye yetiyor: Zenginler için servetlerini büyütmek, mevcut yeni sömürgeci statükoyu sürdürmek ve ekonomik krizin faturasını emekçi halklara ödetmek. Temsil ettikleri emperyalist çıkarları karşılandığı sürece hem Dünya Bankası hem de IMF küresel ekonomide asla radikal değişiklikler yapmazlar ki her iki kurumda da etki anlamında, başta ABD olmak üzere batı emperyalizminin belirleyiciliği çok açıktır.
Ayrıca, borçlu ülkelerin Dünya Bankası gibi kuruluşlara olan borçlarını geri ödeyebilmeleri için (sadece reel ücretleri baskılamak değil), halka dönük kamusal hizmetleri ve kamu harcamalarını da kısmaları gerekiyor.
Nitekim yüksek bir enflasyon ve yoksulluk olmasına rağmen asgari ücretin bu yıl ikinci kez artırılmayacağının açıklandığı Türkiye’de imzalanan 18 milyar dolarlık ek Dünya Bankası kredisinin ardından Bakan Şimşek kamu harcamalarında kısıntı yapılacağını açıkladı. (6)
Bu da işçiye-memura-emekliye daha da düşük ücret artışı, işsizlere daha az işsizlik yardımı, öğrencilere daha kötü eğitim ve hastalara daha yetersiz sağlık hizmetleri ve ekonomi için daha zayıf bir altyapı anlamına geliyor.
Sağcı neo-liberal düşüncenin özellikle de 12 Eylül askeri darbesi sonrasındaki süreçte hâkim ideoloji haline gelmesi yüzünden, bugün başta liberaller olmak üzere (hatta bir kısım solcu) IMF ve Dünya Bankası’nı kurtarıcı olarak görüyor.
Oysa bu iki kurumun kuruldukları yıl olan 1944’ten bu yana işlevlerinde özde bir değişiklik yok: O yıllarda kurulan yeni dünya düzeninin yeni efendisi olan ABD ve onun müttefiki Avrupa emperyalizmine hizmet etmek görevleri bugün de aynen sürüyor. Bugün NATO nasıl askeri olarak emperyalist-kapitalist sistemin aracı ise, IMF, Dünya Bankası (ve Dünya Ticaret Örgütü/WTO) aynı sistemin iktisadi ve mali araçlarıdır.
Ezcümle, emperyalizme (Japon, Rus ve Çin emperyalizmi de dâhil olmak üzere), NATO, IMF, WB ve WTO gibi örgütlere ve bunların ülke içindeki yerli işbirlikçilerine ve kuşkusuz kapitalist sisteme karşı uluslararası işçi sınıfının ve dünyanın tüm ezilen halklarının birlikte mücadelesini örmekten başka kalıcı bir kurtuluş yolu görünmüyor.
Mustafa Durmuş kimdir? Akademisyen, yazar, ekonomi politikçi Prof. Dr. Mustafa Durmuş, 1956 yılı Kelkit'te doğdu. 1977 yılından Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun oldu. 'Güney Kore'de İhracata Dönük Kalkınma Modeli' üzerine doktora tezi yazdı (1989). TÜRK-İŞ'e bağlı YOL-İŞ Federasyonu'nda eğitim uzmanı, Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi'nde asistan, Birleşik Krallık York Üniversitesi'nde misafir araştırmacı, Gazi Üniversitesi İİBF'de öğretim üyeliği ve özel sektörde üst düzey yöneticilik yaptı. Halen Hacı Bayram Veli Üniversitesi İİBF Maliye bölümü öğretim üyesi ve T24 yazarı. Makalelerini yayımladığı 'Alternatif Akademi' adlı bir bloğu ve Kapitalizmin Krizi (2009), Kriz Darbe Savaş Kıskacında Türkiye Ekonomisi (2018), Büyük Değişim-Popülist Otoriterlik (2019) adlı kitapları var. Yaşamın Temel Ekonomisi (2021), Dünya Ekonomisini Anlamak I (2021) ve Siyasi Ekoloji (2022) editörlü kitapların da yazarları arasında. |
Bu gidişatın tersine çevrilmesi ancak güçlü bir sınıf ve halk hareketi ile mümkündür. Kısa vadede neo-liberalizm ile hesaplaşmayan hiçbir politikanın gelir ve servet dağılımı adaletsizliğini düzeltmesi beklenmemelidir
Dünyanın gözü önünde, ABD ve Avrupa emperyalizminin açık desteği ile Orta Doğu halkları katlediliyor. Başta Arap ülkeleri olmak üzere diğer ülkelerin yönetimleri ise bu savaşı iç siyasete malzeme yaparak timsah gözyaşları dökme dışında sessiz kalıyor
Uluslararası işçi sınıfı ve dünya halkları bu çöküşe karşı ortak bir programla mücadeleyi yükseltmediği sürece, kapitalist barbarlığın ve otoriter rejimlerin damgasını vurduğu yüzyılımızda çöküş kaçınılmazdır
© Tüm hakları saklıdır.