24 Temmuz 2022
Bilindiği gibi, 1930 yılında çıkartılan "Türk Parasının Kıymetini Koruma Hakkındaki Kanun" (1567 Sayılı K.) hükümetlere, kambiyo kontrolü amaçlı ve Türk Lirası'nın değerini korumayı sağlamaya dönük olmak üzere, cezai nitelikte yaptırımlarla desteklenen düzenleyici kararlar alma yetkisi tanıyordu.
Bu kanun 1989 yılında "Türk Parasının Kıymetini Koruma Hakkındaki 32 Sayılı Karar" ile değişikliğe uğratıldı ve böylece uluslararası sermaye hareketleri için neo-liberalizme uygun bir serbestleştirme hayata geçirildi.
Bu tarihten 22 yıl sonra, bu kez Turgut Özal'ın izinden giden neo-liberal, neo-muhafazakâr AKP hükümeti, uluslararası sermaye hareketleri üzerindeki kontrolleri ve engelleri (2008 ve 2009 yıllarında bu Karar'da yaptığı değişikliklerle) bütünüyle ortadan kaldırdı (1).
Bu son değişiklikle, Türkiye'de ve dışarıda yerleşik kişilerin, bankalar vasıtasıyla yurtdışına döviz transfer etmeleri serbest hale getirildi. Ayrıca, Türkiye'de yerleşik kişilerin yurt dışında yerleşik kişilerden döviz kredisi temin etmelerinin önü açılırken, kullanım tarihinde kredi bakiyesi 15 milyon dolar veya üzerinde olan (döviz cinsinden geliri olmasa da), Türkiye'de yerleşik kişilerin yurt dışından döviz kredisi kullanabilmeleri de sağlandı.
Oysa bu düzenlemenin kara paranın aklanması ile ilgili önemli bir boyutu vardı. Çünkü uygulamada kara para aklama yollarından biri kara parayı kişilerin ülkeye döviz cinsinden kredi olarak getirmesi. İşte bu son iki düzenleme bunu mümkün kılarak kara paranın aklanmasına yardımcı oldu.
Kara paranın ülkeye rahatça girebilmesi ise otoriterliğin giderek daha da pekişmesine ve insanların yaşamlarına müdahale eden ve geçim kaynaklarına el koyan bugünkü kleptokrasinin oluşmasının önünü açtı.
Her ne kadar 2018 yılında çıkarılan "Sermaye Hareketleri Genelgesi" ile tekrar bazı kısıtlamalar getirilse de, bu genelge bugüne kadar 116 dipnot ile değişikliğe uğratıldı. Yani 4 yıl içinde 49 defa (100'den fazla alt değişiklik) 'güncelleme' yapıldı. 2021 yılı içinde toplam 28 dipnot güncellemesi, 2022 yılında da 4 ayrı tarihte 4 güncelleme yapıldı. (2)
Kredi derecelendirme kuruluşu S&P Global, Nisan ayında Türkiye'nin TL notunu düşürürken, buna gerekçe olarak "sermaye kontrollerinin piyasalarda endişe yarattığını" söylemişti. Haziran ayında da, "TL ve finansal piyasalar üzerindeki baskının yoğunlaşması halinde ülkede yeni sermaye kontrollerinin getirileceğini" ileri sürdü. (3) Nitekim bu değerlendirmelerin ardından BDDK'nin, "ticari kredi kullanmak isteyen şirketlerin belli bir miktardan fazla dövizlerini bozdurma zorunluluğu" sonucunu doğuran kararı yayımlandı.
Türkiye'nin kredi notunu Şubat ayında BB (-)'den B (+)'ya, daha sonra da B'ye düşüren (bu kredi notu, yatırım yapılabilir seviyesinden beş basamak daha aşağıda. Bu da Türkiye'nin kredi notunun çer çöp seviyesine düşürülmesi demek oluyor) ve görünümü negatif olarak koruyan Fitch Ratings ise bu kararlarında, "Türkiye'nin, faiz oranını yükseltmeden döviz kurunu istikrarda tutabilmek için ilave sermaye kontrollerine başvurmak durumunda kalabileceğini, ancak bunun istikrarsızlığı azaltmayacağını hem de ekonomiye olan güveni sarsacağını" vurguladı. (4)
Türkiye'nin, iktidarca adına açıkça sermaye kontrolü denmese de BDDK kararlarıyla başlatmış olduğu bu yöndeki girişimlerin hem küresel ekonomide olup bitenlerle hem de ülkede uygulanan ekonomi politikalarıyla yakından ilişkisi var.
Öncelikle, 2000'li yılların başlarından 2008 finansal krizine kadar, dünyadaki likidite bolluğu döneminde, pek çok azgelişmiş ülke gibi Türkiye'deki AKP iktidarı da bu bol likidite imkânlarından yararlandı. Öyle ki bu dönemde (2003-2020) ülkeye 1trilyon doların üzerinde yabancı kaynak girdiği tahmin ediliyor. (5) Ülkeye gelen bu yabancı sermaye akımları üzerinde neredeyse hiçbir kontrol uygulanmadı. Bu, neo-liberalizmin bir gereği olarak savunulurken, bu kaynaklarla sağlanan yüksek büyüme ve sanal ekonomik canlılık böyle bir sermaye serbestisinin meşrulaştırılması için kullanıldı.
Ancak ülkenin 2015 yılından itibaren içine girdiği çoklu krizler, 2018 yılında yaşanan döviz krizi, 2020'de etkili olmaya başlayan Covid-19 salgını ve 2022 yılında Rusya'nın Ukrayna'yı işgali sonucunda patlak veren savaş durumu değiştirdi. Küresel likidite artışı yavaşlarken, ekonomiler içe dönmeye başladılar. Son 40 yılın en yüksek enflasyonu nedeniyle merkez bankaları faiz oranlarını artırmaya başlayınca yükselen ekonomilere doğru olan sermaye akımları yavaşlarken, bu ekonomilerden çıkışlar da hızlandı.
Kısaca, küresel gelişmelerin Türkiye'de son zamanlarda döviz kurunu kontrol etme amaçlı sermaye kontrollerini andıran önlemlerin alınmasının nedenlerinden biri olduğu açık.
Ancak, Türkiye'de sermaye kontrollerine giden yolun önü asıl olarak, ekonomiyi yönetenlerin yaptığı yanlışlarla açıldı. Eylül 2021'de yüzde 18.00 olan MB politika faizi oranının Aralık ayının ortalarına kadar yüzde 14.00'e düşürülmesi, daha da önemlisi faizlerin bundan böyle artırılmayacağı ve daha da düşürüleceği yönünde devletin en tepesince yapılan açıklamalar, hem enflasyonu hem de döviz kurunu artık kontrol edilemeyecek düzeylere taşıdı.
Normalde kurlardaki böyle ani değişimleri yönetme ve yumuşatma konusunda en etkili araç olan Merkez Bankası'nın fiilen devre dışı bırakılması ve döviz rezervlerinin eritilmiş olması durumu daha da kötüleştirdi. Bu yüzden de, faizi sabit tutarken, TL'deki erimeyi yavaşlatarak, beklenen bir döviz krizini ötelemek amacıyla, döviz bozdurmayı teşvik etmeye dönük BDDK kararları devreye sokuldu.
Gelinen nokta itibariyle, 'idari kısıtlamalar biçimindeki sermaye kontrolü' olarak tanımlanabilecek bu kararların işe yarayıp yaramayacağı kadar, muhalefet partilerinin bu konuda ne düşündüğü de, olası iktidarlarında uluslararası finans kapital ile ilişkileri açısından son derece önem kazanmış durumda.
Yani giderek zayıflayan Cumhur İttifakı'nın karşısında oyları giderek artan ve normal koşullarda seçimleri kazanmasına kesin gözüyle bakılan Millet İttifakı'nın sermaye kontrolü ya da serbest sermaye rejimi konusundaki tavrı, bu ittifakın neyi nereye kadar yapabileceği konusundaki önemli göstergelerden biri olacak.
Ancak, öncelikli olarak, küresel sermaye hareketlerinin bu denli serbestleşerek küresel ekonomiyi bu denli etkilediği ve küresel bir likidite krizinin olasılık dâhilinde olduğu bir dönemde, bu akımlardaki ve döviz kurundaki dalgalanmaları ortadan kaldırabilecek her derde deva bir çözümün mevcut olmadığının altını çizelim.
Döviz kuruna yapılan müdahaleler ve BDDK'nın son hamlesinde 'makro ihtiyati tedbir' olarak sunulan kararsa, en iyimser yaklaşımla, döviz kurunu belirlemekten ziyade dövizdeki hassasiyeti azaltmada etkili olabilir.
Çünkü hem döviz kuru, hem de uluslararası sermaye hareketleri büyük ölçüde iktisadi temeller tarafından belirleniyor. Yani bu hareketler ve döviz kuru üzerinde; hem ülkeler arasındaki faiz oranı farklılıkları, net sermaye girişlerinin büyüklüğü, ülkede uygulanan para politikası, risk primi gibi finansal faktörler, hem de mal fiyatları, ticaret ortaklarının konumu, dış ticaret hadleri, maliye politikası, verimlilik artışları ve ekonomik büyüme beklentileri gibi reel faktörler etkili oluyor. (6)
Nitekim BDDK'nın son kararı öncesinde 16.00'e kadar gerileyen dolar kuru, sadece bir hafta on gün içinde tekrar yükselerek 17.75'i gördü, süper enflasyon hiper enflasyona doğru koşuyor (7), ekonomik büyümeninse yılın ikinci yarısından itibaren iyice yavaşlaması kesin gibi.
Nitekim OECD'nin bu ayki raporuna göre, Türkiye ekonomisi yüksek enflasyon, azalan tüketici güveninin özel tüketim harcamalarını düşürmesi, jeopolitik ve finansal koşullarındaki belirsizliklerin özel yatırımları düşürmesi ve Ukrayna savaşının ihracatı yavaşlatması gibi nedenlerle, bu yıl sadece yüzde 3,7 ve gelecek yüzde 3,0 büyüyebilecek. (8) Bu geçen yıla göre ekonomik büyümenin üçte iki oranında azalacağı anlamına geliyor. Benzer bir biçimde bugünlerde açıklanacak olan IMF raporunda da, Türkiye ekonomisinin büyüme hızının düşürülmesi bekleniyor.
Bu gelişmelerin yanı sıra durumu daha da kötüleştirebilecek bir diğer gelişme ülke ekonomisinin özellikle de finansal göstergeler anlamında kırılganlıklarının artması nedeniyle bir borç krizi ve finansal krize doğru sürüklenebilecek olması.
Nitekim aşağıdaki tablodan da görülebileceği gibi, kendi kulvarındaki 19 yükselen ekonomi arasında Türkiye ekonomisi en kırılgan ekonomi olarak liste başında yer alıyor. Döviz kurunun istikrarsızlığından, cari açığa; ithalatın finansmanından politik risklere kadar toplam 6 göstergenin hepsi en riskli (kırmızı) olarak işaretlenmiş durumda. (9)
Kısaca siyasal iktidar, son 20 yıldır uygulamakta olduğu ve bu süreçte adım adım daha da serbestleştirdiği uluslararası sermaye akımlarının neden olduğu sorunlarla ve uyguladığı başta faiz politikası olmak üzere yanlış ekonomi politikalarının sonuçlarıyla boğuşuyor.
Ancak artık iyice yakın olan döviz krizi ortaya çıktıktan sonra yapılacak olan sermaye kontrollerinin ya da ilerde işler daha da kötüleştiğinde gündeme getirilecek 'döviz çıkışı yasakları' gibi önlemlerin mevcut durumu iyileştirmekten ziyade, paniğe yol açarak daha da kötüleştireceğinin ve bunun de tam bir ekonomik çöküşe neden olabileceğinin altının çizilmesi gerekiyor.
İktidar bloğunun bu durumun farkında olmadığı düşünülemez. Aslında ülkeyi yönetenler durumun farkındalar ama gelinen nokta itibariyle yapabilecekleri fazla bir şey yok gibi görünüyor. Çünkü deyim yerindeyse, "bu elbise artık yama tutmaz" bir halde.
Bu yüzden de siyasal iktidar son bir iki yıldır sıkça uygulamakta olduğu bir yönteme başvuruyor ve BDDK kararlarıyla ihracatçının, şirketlerin dövizlerine el koyuyor. Bu yetmediğinde şirketler aranıyor ve onlardan kibarca dövizlerinin bir kısmını bozdurmaları isteniyor. (10)
Bunları 'sermaye kontrolü' olarak adlandırmaktansa, denize düşenin yılana sarılması gibi, dövizlere doğrudan el koymak olarak değerlendirmek belki de daha gerçekçi olur. Ancak tüm bunların toplumdaki memnuniyetsizliği daha da artıracağı ve bunun da iktidar bloğu açısından bazı politik bedellerinin olacağı unutulmamalı.
Ülke bu halde iken, iktidar adayı muhalefet partilerine de bir sayfa açmak gerekiyor zira onlara önemli bir sorumluluk düşüyor. Muhalefet bir yandan ekonominin bu hale gelmesi konusunda iktidar bloğunun sorumluluğunu teşhir ederken, diğer yandan böyle sermaye hareketlerinin ülke ekonomisi ve başta emekçiler olmak üzere toplumun büyük çoğunluğu üzerindeki yıkıcı etkilerinin bilincinde olarak davranmalı.
Ancak 6'lı Millet İttifakı bunun oldukça uzağında bir duruş sergiliyor. 'Güçlendirilmiş parlamenter rejim inşası' için bir araya gelen bu ittifakın şu ana kadar ekonomide yapacakları ile ilgili açıklamaları, "Merkez Bankası'nın bağımsızlaştırılmasına, Hasar Tespit Komisyonu'nun oluşturulmasına, Ekonomik ve Sosyal Konsey'in canlandırılmasına ve Stratejik Planlama Kurumu'nun kurulmasına" ilişkin olarak verilen sözlerin ötesine geçemedi.
Özetle 6'lı İttifak, gelecekte emekten, halktan yana bir ekonomik düzenin nasıl olacağına ilişkin alternatif bir ekonomik model sunmadığı gibi, bugünkü ciddi boyuttaki ekonomik sorunlara nasıl çözümler getireceği konusunda somut öneriler içeren herhangi bir bütüncül programı da toplumun önüne koyamadı.
Bunun nedeni ideolojik ufuklarının neo-liberalizm ya da ona yapılan küçük devletçi dokunuşlarla sınırlandırılmış olması (CHP'nin ve İYİP'in yaptığı gibi) ve gerçekte emekçi sınıfların, halkların çıkarlarını savunan partiler konumunda olmamaları.
Nitekim 6'lı İttifakın da neo-liberalizme (piyasalaştırma, metalaştırma, piyasaları serbestleştirme, mali disiplin) sahip çıkacağı, uluslararası sermayeye her hangi bir kontrol uygulamayacağı, serbest sermaye rejimini (ve elbette dalgalı kur rejimini) aynen sürdüreceği aşağıdaki ortak açıklamadan anlaşılıyor:
"İktidarın son dönemde devreye sokmaya çalıştığı politikaların dünyaya kapalı ve otoriter bir yapının kalıcı nitelik kazanması hedefine dönük olduğu açıktır. Bu çerçevede, BDDK'nın geçtiğimiz hafta içinde aldığı kararlar da açık bir şekilde serbest kambiyo sisteminden sermaye kontrol sistemine geçişin adımları olarak görülmektedir. Genel Başkanlar olarak bizler, iktidarın ülkemizi geçen yüzyılda kalan, kapalı bir ekonomi-politik sisteme yöneltme çabalarına karşı mücadele etme kararlılığımızı bir kez daha teyit ediyoruz". (11)
Keza Millet İttifakı'nda yer alan ve "genel başkanlarının çok sayıda büyük yabancı fon ile görüşme halinde olduklarını açıkladığı" DEVA Partisi'nin resmi sitesinde: "Serbest kambiyo rejimine ve dalgalı kur sistemine aykırı atılmış olan adımları gözden geçirecek ve gerekli düzenlemeleri hayata geçireceğiz." ifadesi yer alıyor.
Belli ki iktidardaki AKP-MHP ittifakına paralel bir biçimde, NATO'daki son genişlemeye onay vererek emperyalizmin askeri boyutu ile her hangi bir sorunları olmadığını ortaya koyan 6'lı İttifak'ın (yabancı sermayeyi ürkütmemek gerekçesiyle uluslararası sermayenin kontrol edilmeyeceği yönünde verdikleri sözlerden), emperyalizmin iktisadi-finansal boyutuyla da pek dertlerinin olmadığı anlaşılıyor.
Ancak ana akım muhalefet partilerine ve emperyalizmi hafife alan diğer partilere emperyalizm olgusunun, sadece kışkırttığı, müdahil olduğu savaşlar ve NATO gibi savaş örgütleriyle değil, aynı zamanda uluslararası sermaye hareketleri ve genel olarak finans kapitalin faaliyetleriyle de güçlü bir biçimde varlığını sürdürdüğünü ve ülkeye dışsal değil, içsel bir olgu olduğunu hatırlatmakta yarar var.
Bilindiği gibi, emperyalizm, 19'uncu yüzyılın son çeyreğindeki ortaya çıkmış bir olgu. Öncesinde 100 yılı aşan ve 'rekabetçi sanayi kapitalizmi' dönemi olarak da adlandırılan dönemde, ücretli emek gücü ve büyük çapta hammadde kullanımı ile çok büyük miktarda üretilen meta, ücretleri çok düşük tutulan işçiler tarafından yeterince satın alınıp tüketilemiyordu.
Bu nedenle milli sermaye açısından hem hammadde kaynaklarını hem de pazarı genişletmek için ulusal sınırların ötesine geçmek gerekiyordu. Bunun için de ulus devletlerin kendi sınırlarının ötesine genişlemeleri lazımdı. Böyle bir genişlemenin doğal sonucu henüz kapitalistleşmemiş dünyanın gelişmiş kapitalist ülkelerin merkezinde olduğu yeni sömürgelere ve etki alanlarına dönüştürülmesi oldu. Bu, uluslararası çapta Merkez-Çevre ayrışmasına neden olurken merkezdekiler sermayeyi biriktirdiler ve teknolojiyi geliştirdiler, çevredekilerse sermaye birikimi ve teknolojiden büyük ölçüde geri bıraktırıldılar.
Emperyalizm konusunda çok önemli bir eser ortaya koymuş olan Lenin, emperyalizmi, "kapitalizmin en ileri, en gelişmiş, aynı zamanda da en saldırgan biçimi" olarak tanımlar. Ona göre, emperyalizmin temel karakteristikleri; tekelci mülkiyet ve üretimin tekelci kontrolü, finans kapitalin baskınlığı, aşırı sermaye birikiminden kaynaklı sermaye ihracı, kartel ve tröstlerin yükselişi ve dünyanın en güçlü kapitalist güçler arasında paylaşılmasıdır. (12)
Kısaca emperyalizm çağında, sermayenin biriktiği merkezlerde hızlı bir finansal kapital oluşumu gerçekleşti ve bankalar sanayi tekellerinin ana hissedarları haline gelerek adeta onları yutmaya başladılar. Bu durum onların devleti ve politik hayatı da kontrol etmelerini sağladı.
Diğer taraftan finans kapitalin çelişkileri de yüzeye çıkmaya başladı. Aşırı sermaye birikimi, içerde kârlılığın düşmesine neden olunca çıkış yolu olarak bu kez meta ihracatından ziyade sermaye ihracına yöneldiler. Bugün küresel sermaye ihracının, küresel meta ihracatının 84 katı büyüklüğünde olması (13) bunun en somut göstergesidir.
500 yıllık kapitalizm tarihinde ilk küreselleşme dalgasının, 1870'lerdeki sanayi devrimindeki, iletişim ve ulaştırmadaki gelişmelerle birlikte başladığı ve 1914 yılına kadar sürdüğü biliniyor. Bu tarihten başlayarak 1945 yılı sonuna kadarki 30 yılda küreselleşmenin göreli olarak geri çekildiği ve bunda yaşanan iki dünya savaşının, İspanyol Gribinin, Büyük Depresyonun etkili olduğu da genel olarak kabul ediliyor.(14)
Bugün bu sürece benzer bir biçimde, Covid-19 salgınının neden olduğu ekonomik kriz, küresel tedarik zincirlerindeki ciddi aksamalar ve Rusya'nın Ukrayna'yı işgali ile başlayan savaşla birlikte enerji ve gıda fiyatlarındaki büyük çaptaki artışların neden olduğu küreselleşme hareketlerinde bir yavaşlama, hatta küreselleşmeden uzaklaşma durumu yaşanıyor. Bunu uluslararası mal ve hizmet hareketlerinden olduğu kadar, para ve sermaye hareketlerinden de görebilmek mümkün.
Ancak daha önce dört kez görülmüş olan böyle bir geri çekilmeye rağmen, son 40 yılı aşkın süredir kapitalizme damgasını vuran neo-liberal finansallaşma kapsamında küresel finansal sermaye akımları hala güçlü bir biçimde sürüyor. Ukrayna savaşının ve Covid-19 salgınının tamamen bitmesiyle birlikte önümüzdeki yıllarda gündeme gelebilecek yeni bir küreselleşme dalgasıyla bu akımlar daha da önemli hale gelecek gibi görünüyor.
Dolayısıyla da, hem boyut hem de içerik olarak devasa büyüklüğe erişmiş olan, azgelişmiş ülkeleri daha da geri bıraktırıp, yoksullaştırırken aynı zamanda ekonomileri finansal krizlerle de baş başa bırakan uluslararası sermaye akımları hâlâ çağdaş emperyalizmin en önemli kısmı olma özelliğini koruyor.
Bir başka anlatımla (her ne kadar büyük çapta ve acilen döviz bulması gereken, temerrüdün eşiğine gelmiş olan ülkeler bu akımlara dört elle sarılsalar da), uluslararası sermaye akımları emperyalizmin iktisadi ve finansal yüzüdür.
Bu nedenle de, bunların girip çıktıkları ekonomilerde emekçi yığınlar başta olmak üzere toplumun çıkarlarına aykırı bir biçimde serbestçe hareket etmelerine karşı çıkmak, aynı zamanda emperyalizme de karşı çıkmak anlamına gelir. Kısa dönemde, ekonominin içinde bulunduğu durumdan ötürü, bunlardan bütünüyle uzak durulmasının mümkün olmadığı durumlarda ise etkin bir sermaye kontrolü uygulamak anti-emperyalist tutumun bir gereğidir.
Millet İttifakı'nın, ülkedeki topyekûn çöküşün sorumlusu olarak gördüğü bir otoriter tek adam rejiminden kurtularak, güçlendirilmiş bir demokratik parlamenter rejimi inşa etme yönünde verdiği mücadele takdirle karşılanabilir. Ancak bu mücadele aynı zamanda böyle bir rejimin en önemli dayanaklarından biri olan emperyalizme de karşı olmak zorundadır. Bu da emperyalizmin tüm veçhelerine birden karşı çıkmayı gerektirir.
Bu yüzden bize de, demokrasiden yana ve emperyalizme karşı olduğu iddiasında olanlara, emperyalizmin hem askeri, hem de finansal-ekonomik kanadıyla mücadele etmeden, onun yolunu açtığı otoriter bir rejimden gerçek anlamda kurtulmanın ve halklarımızın sorunlarına kalıcı çareler bulmanın mümkün olamayacağını hatırlatmak düşer.
Dipnotlar:
Ülkenin feraha çıkışı ve refaha kavuşması; merkezin aşırı biçimde güçlendirilerek oligarşik yapıların eline geçmesinin karşısında yereli güçlendirmekten geçiyor. Bu güçlendirme hem mali hem de idari olarak yerel yönetimlerin özerliğini de gerekli kılıyor
Yaygın kanı Esad iktidarının devrilmesinde en büyük kazananın Erdoğan olacağı yönünde olsa da, Türkiye uzun vadede en büyük kaybeden de olabilir. Daha fazla mültecinin akınına uğrayabilir
Suriye’nin işgalinin bölgedeki jeopolitik ve Suriye’nin komşularının iç siyasetlerine etkileri açısından büyük etkileri ve sonuçları olacağı açık
© Tüm hakları saklıdır.