23 Eylül 2020

Salgın fırsatçılığı kapitalizmin çürümüşlüğünü açığa çıkartıyor

İngiliz hükümetinin Korona testlerinin yaptırılması ile ilgili kararı, kapitalist düzende büyük kârlar söz konusu olduğunda ne doğanın, ne de insan-toplum sağlığının artık teferruattan öte bir şey olmadığını gösteriyor

Kapitalizmin tarihinde krizler, her zaman, sistemin kilit noktalarında bulunanlarca "yeni kârlar yaratmak" için iyi bir fırsat olarak değerlendirildi. Bu, özellikle de, kapitalizmin son 40 yılına damgasını vuran neo-liberalizm aşamasında geçerli oldu.

Böyle bir fırsatçılık patron sınıfı için olduğu kadar, siyasal iktidarı elinde tutan politikacılar için de geçerli. Şöyle ki patronlar böyle dönemlerde işçileri daha da baskılayarak onlardan sağladığı artı değeri, dolayısıyla da kârı artırma çabası içinde olurken, siyasal iktidarı elinde tutanlar bu durumu daha fazla otoriterleşme, böylece de iktidarlarını sürdürme fırsatı olarak görüyorlar.

Hatta salgın fırsat bilinip, bu ortamda dahi Kanal İstanbul gibi bir proje savunulabiliyor, büyük köprü müteahhitlerine dolara endeksli ödemeler ya da yandaş büyük holdinglere vergi indirimleri devam ettirilebiliyor.

Keza bu fırsatçılık, krizin niteliğinden bağımsız olarak, ekonomik bir kriz, doğal bir felaket ya da mevcut Korona salgınında olduğu gibi, küresel bir salgın durumunda da söz konusu olabiliyor.

Yeri gelmişken salgınla ilgili birer örnek vermek gerekirse; Ankara’da, güvenirliği tartışmalı PCR testleri artık bazı özel hastanelerde ve özel laboratuvarda da, 350 lira karşılığında yapılıyor.  

Politik bir şovla, tarihi bir müzenin ibadethaneye çevrilmesi sırasında yüzbinlerce insan yüksek bulaş riskine rağmen bir araya getirilirken, baroların ya da yasal bir partinin bazı yöneticilerinin bir şehirden diğerine yapmak istedikleri barışçıl yürüyüş talepleri salgın gerekçesiyle geri çevriliyor.

Fırsatçılık ve yolsuzluklar bir madalyonun iki yüzü

salgın fırsatçılığı ve yolsuzluk bir madalyonun iki yüzü gibidir. Yani biri diğerinden ayrı olamıyor. Şöyle ki; normal zamanlarda burjuva hukukuna en uygun biçimde davranan hükümetler bile, krizle ya da bir ciddi salgınla karşılaştıklarında (daha hızlı kararlar alabilme gerekçesiyle), standart hukuki prosedürden hızla uzaklaşıyorlar. Devletten bağımsız ya da özerk denetim birimlerinin olmaması ise bu kararların sorgulanmasını önlüyor.

Bu durum bazı sermaye sahipleri ve politikacılar için iyi bir fırsat oluştururken, aynı zamanda da, hali hazırda yolsuzluklara bulaşmış bir düzende yeni yolsuzlukların önünü açıyor.

Bu yolsuzluklar ya da usulsüzlükler; salgınla ilgili olarak halktan toplanan bağış ve yardımların hesabının tutulmamasından, bunların nerelere harcandığına ilişkin bilgi verilmemesine, sağlık ekipmanı ve büyük çapta zorunlu gıda ve temizlik malzemesi alımına ve dağıtımına, hatta salgınla mücadele etmek amacıyla kurulmuş olan yeni örgütlerin yönetimine yandaşları atamaya kadar çeşitli biçimlerde gerçekleşiyor. Eğer ülke hali hazırda despotik bir tarzda yönetiliyorsa, hem fırsatçılığın, hem de yolsuzlukların boyutu daha da büyüyor.

Daha az test kiti, daha az tedavi imkânı

Diğer yandan böyle yolsuzluklar salgınla mücadelede çok önemli olan test kitlerinin, tedavi ve karantina imkânlarının ve diğer mücadele araçlarının maliyetini artırarak salgınla mücadeleyi zayıflatıyor. 

Bunun sonucunda başta yoksullar olmak üzere, toplumun ezilen kesimleri için artık daha az test kiti, tedavi ünitesi ve yoğun bakım yatağı kalıyor. Bu kesimler tedavi edilemediğinde, ülkenin bir türlü salgın sarmalından kurtulması mümkün olmadığı gibi, yeni izolasyon önlemleri ve eve kapanmalar yüzünden ekonomik tahribat daha da artıyor.

Yolsuzluklar tek bir ülke ile sınırlı değil

Şimdi resmin büyüğüne bakalım. Bunu yaptığımızda fırsatçılığın ve yolsuzlukların ya da usulsüzlüklerin bir ülke ile sınırlı kalmadığını ve tahmin edilenin çok üzerinde olmak üzere çok büyük boyutlarda olabildiğini, kısacası bunun sistemik bir konu olduğunu, görebiliyoruz.

Öncelikle, halkın bütçe hakkını savunarak, katılımcı, hesap verilebilir ve şeffaf bütçeleme yapılması konusunda uluslararası çapta araştırmalar yapmak, raporlar düzenleyerek hükümetlere yol göstermek amacıyla kurulmuş olan bir örgüt Korona salgını sonrasında devlet bütçesinin kötüye kullanımlarının arttığını, salgın ile mücadele adı altında yapılan büyük çaptaki kamu harcamasının toplumun en çok ihtiyaç duyan kesimlerine gitmediğini, dahası bunun dünya çapında yaygın bir durum haline geldiğini ileri sürerek acil önlem alınması gerektiğini söylüyor ve çözüm olarak da şeffaflığın, gözetimin ve katılımcılığın ciddi düzeyde artırılmasını öneriyor.(1)

Yolsuzluklar hem gelişkin hem azgelişmiş ülkelerde mevcut

Örneklere nekro kapitalizmin çağdaş politik figürlerinin başında gelen Trump ve ABD’den başlayalım. Brookings Enstitüsü’nün web sayfasında yer alan bir makaleye göre;  Korona salgını ile ilgili olarak yapılan devlet harcamalarından, başkanlık seçimleri sırasında Trump’ın seçilmesi için lobicilik faaliyetinde bulunan 27 şirket sadece birkaç hafta içinde 10,5 milyar dolarlık; Trump’ı destekleyen 100’den fazla diğer şirket ise 273 milyon dolarlık paylar aldı.(2)

İkinci örneğimiz salgında yeni vaka sayısında Brezilya’yı geçerek ilk sıraya oturan Hindistan. Hindutva faşizminin tipik örneğini sergileyen Narendra Modi Başbakanlığındaki Hindistan hükümeti bu yılın mart ayında Başbakanlık bünyesinde bir Acil Yardım Fonu kurdu.

Fonun amacı salgında kullanılmak üzere yurttaşlardan bağış toplamak ve bununla ülke çapında acil ihtiyaçları karşılamaktı. Ancak bu fonda ne kadar para biriktiğine ilişkin bir veri ya da bilgi kamuoyu ile paylaşılmadığı gibi, toplanan paraların nereye harcandığı konusunda da bilgi verilmiyor. Hatta bu konuda parlamentoya bilgi vermek zorunda kalan devletin çeşitli kurumlarının verileri birbirini tutmuyor. Örnek olarak Fonun resmi web sayfasında bu paralarla yerli imalatçılardan 50,000 solunum cihazı satın alındığı bilgisi var ama Sağlık Bakanlığı kendilerine 20 Temmuz itibariyle sadece 17,100 adet solunum cihazının teslim edildiğini, bunların da hastanelere dağıtıldığını söylüyor.(3)

Türkiye’de ise, CHP Ankara Milletvekili Murat Emir, Sağlık Bakanlığı bürokratlarının peş peşe istifa etmeleri ve görevden alınmalarının yanı sıra, Covid-19 virüsünün tespiti için üretilen yerli PCR testlerine ilişkin tartışmalarla ilgili 10 Haziran'da Sağlık Bakanı'nın yanıtlaması istemiyle Meclis'e yazılı bir soru önergesi sundu. Çünkü salgın sürecinin başlamasıyla birlikte Sağlık Bakanlığı test kitlerini Ushaş adlı bir şirket üzerinden temin ediyor ve Ushaş da test kitlerini tek bir firmadan (Bioeksen)  satın alıyordu.

Murat Emir, Ushaş'ın yerli PCR testlerini neden sadece Bioeksen firmasından satın aldığı, bu testlerden kaç adet satın alındığı gibi sorularının hiç birini Bakanın yanıtlamadığını, kamuoyuna da bu konuyla ilgili şeffaf bir şekilde bilgi verilmediğini, öte yandan bu kitlerin yalnızca yüzde 40 doğruluk oranına sahip olduğunun ortaya çıktığını açıkladı.(4)

Mali denetim firması neden test kitlerinin alımını, dağıtımını yönetir?

Son ve belki de en çarpıcı örneğimiz ise İngiltere’den. Bilindiği gibi bu ülkede bir süredir sağcı, neo- muhafazakâr, neo liberal karakterli bir Boris Johnson hükümeti iktidarda ve bu hükümet salgından bu yana aldığı kararlarla neo-liberalizmin fırsatçılık konusunda hiçbir sınır tanımadığını gösteriyor.

Günlük 4 bin yeni vakanın görüldüğü ülkede şu ana kadar salgından hayatını kaybedenlerin sayısı 42 bine yaklaştı. 400 bin civarında enfekte olmuş insan var. Kısaca, sürü bağışıklığı stratejisinin ilk uygulayıcılarından olan bu ülkede bu strateji salgının hızını daha da artırınca (salgının ikinci dalgasının da gelmekte olduğu gerçeği ile birlikte), bu durum iktidar tarafından bir fırsata dönüştürüldü ve bütün ülkenin teste tabi tutulmasını içeren devasa boyutta bir programın başlatılması kararı alındı.

"Project  Moonshot" (Aya Yolculuk Projesi) adlı bir proje altında ekim ayından itibaren ülkede yaşayan 68 milyon insana her hafta düzenli olarak test uygulanacak. Böylece günde yapılan test sayısının 326 binden 10 milyona çıkartılması planlanıyor. Böyle bir devasa test programının maliyetinin 100 milyar doların üzerinde olacağı tahmin ediliyor.

"Bunda kötülük nerede" diye sorulabilir. Kötülük şurada ki bu iş ülkenin, belki de dünyanın en itibarlı sağlık sistemlerinden biri olan Ulusal Sağlık Sistemi’nin (NHS)  sorumluluğunda ya da yönetiminde yapılmayacak. Bu işin yarısından fazlası (15 iş akışından 8’i) özel sektöre, üstelik de sağlıkla hiçbir ilgisi olmayan İngiltere çıkışlı Deloitte adlı bir uluslararası mali müşavirlik ve denetim firmasına verildi.

"Sağlık alanındaki en büyük özelleştirme yaşanıyor"

Hükümetin bu kararını muhalefetteki İşçi Partisi Milletvekili C. Lewis ifşa etti. Lewis bu operasyonun ülkedeki,  tarihsel olarak sağlık alanında yapılan en büyük özelleştirme operasyonu olduğunu ileri sürdü.(5)

Bu durum neo-liberalizmin ana ayaklarından biri olan özelleştirmelerin önümüzdeki süreçte de devam edeceğini gösteriyor. Zira bu yöntem sermaye için hem yeni kârlar, hem de onun devletteki uzantıları için ciddi bir servet edinme imkânı yaratıyor.

Nitekim böyle büyük bir projenin, kamuya ait bir sağlık kuruluşuna değil de, konuyla ilgisi olmayan bir danışmanlık kuruluşuna verilmesinin nedeninin sadece ülkenin çökertilen sağlık alt yapısı ve neo-liberal hükümetlerin beceriksizliğiyle ilgili olmadığı, asıl amacın, salgından bazı büyük sermaye gruplarının ve onların temas içinde olduğu devlet görevlilerinin büyük kazançlar sağlaması olduğu ileri sürülüyor.(6)

Aslında daha önceden de, mart ayı sonunda Başbakan Johnson, krizi fırsata çevirmiş ve Başbakanlıkta, merkezinde Deloitte firmasının yer aldığı bir kriz masası kurmuş ve firmayı da toplamda 15 milyar poundu bulan kişisel koruma ekipmanlarının satın alınması işini yönetmekle yetkilendirmişti. Bu ekipmanların satın alınması, depolanması, dağıtılması işleri ise DHL, Unipart ve Movianto gibi dev şirketlere verilmişti.(7)

Amaç maddi çıkar sağlamaksa…

Görüldüğü gibi büyük sermaye ve onlarla işbirliği içindeki politikacılar açısından; işletmelerin mali yönden denetimi ya da araç muayene istasyonu ihalesini yapılması ile ölümcül bir virüsün test ekipmanlarının satın alınması ve her hafta milyonlarca testin yaptırılması arasında hiç bir fark yok. Bu nedenle de NHS gibi tarihsel bir kurum devre dışı bırakılabiliyor ve bu iş küresel bir mali danışmanlık şirketine verilebiliyor.

Diğer taraftan sağlık emekçileri (Türkiye’de olduğu gibi), salgınla özveri ile mücadele ederken hastalanıyorlar, hayatlarını kaybediyorlar, evlerinden, sevdiklerinden uzak kalıyorlar. En doğal talepleri dahi yerine getirilmezken, Ankara’da son günlerde yaşandığı gibi, hedef gösteriliyorlar, kendilerine "tıbbi atık" deniliyor, hatta hastaneleri basılıp silahlı saldırılara maruz kalıyorlar.

IMF bile tepkili

Daha önce de vurguladığımız gibi, fırsatçılığın diğer yüzü yolsuzluk ya da kamu görevini kötüye kullanmaktır. Günümüzde (özellikle de Korona salgını sonrasında) artan yolsuzluklar kapitalizmin etik olarak da nasıl bir çürüme içinde olduğunu gösteriyor.

Bu çerçevede bir IMF çalışması yolsuzlukların Korona salgını öncesinde de var olduğunun, ancak salgınla birlikte şu nedenlerden dolayı yolsuzluklarla mücadelenin çok daha önemli bir hale geldiğinin altını çiziyor:

Salgın ile mücadele ederken devletlerin ekonomideki rolü belirgin bir biçimde arttı. Bu da potansiyel olarak yolsuzlukların önünü açtı. Diğer yandan salgınlar insanların kamuya ve kamu kurumlarına olan güveninin sorgulanmasına neden oluyor. Sağlık hizmetlerine olan talebin böyle yüksek olduğu dönemlerde etik davranışlar ve sorgulamalar çok daha belirgin bir hal alıyor.  Yolsuzluklarsa ülkenin krizle etkin bir biçimde mücadele etmesini önlerken, ekonomide oluşan hasarı daha da artırıyor, politik ve sosyal uyumu, bütünleşmeyi ortadan kaldırıyor, sosyal çözülmeye neden oluyor. Ayrıca, salgın nedeniyle verilen kamusal destekler yüzünden kamu maliyesi kötüleşiyor ve yeni vergi ihtiyacı doğuyor. Yolsuzluklar son tahlilde halkın üzerindeki verginin yükünü artırıyor.(8)

Söz konusu kâr ise gerisi teferruattır

Sonuç olarak, diğer örneklerde de görüldüğü gibi, İngiliz hükümetinin Korona testlerinin yaptırılması ile ilgili kararı, kapitalist düzende büyük kârlar söz konusu olduğunda ne doğanın, ne de insan-toplum sağlığının artık teferruattan öte bir şey olmadığını gösteriyor.

Bu yüzden de, kâr amaçlı bir üretim sistemi olan kapitalizm ortadan kaldırılmadığı sürece insan ya da toplum sağlığının korunabilmesinden ya da mevcut salgınla, hem de gelecekteki yeni salgınlarla baş edebilmek mümkün değil.

Nasıl ki ekonomik krizler (ve artık) salgınlar kapitalizmin inkâr edilemez birer gerçeği ise, kapitalist devletlerin bunlara karşı yenik düşmesi de bu gerçeğin kaçınılmaz bir sonucudur.



Dipnotlar:

(1) Advocacy for accountable budgets is especially critical in COVID-19 era", International Budget Partnership [email protected] (4 June 2020).

(2) https://www.brookings.edu/research/addressing-the-other-covid-crisis-corruption (22 July 2020).

(3) https://theconversation.com/india-why-secrecy-over-narendra-modis-coronavirus-relief-fund-damages-democracy (11 September 2020).

(4) https://www.birgun.net/haber/turkiye-deki-test-kitleri-bozuk-cikti-5-burokrat-gorevden-alindi (22 Temmuz 2020).

(5) https://www.opendemocracy.net/en/dark-money-investigations/deloitte-gets-another-huge-covid-contract-for-crazy-plan-to-test-millions-each-day (21 September 2020).

(6) Julie Hyland, "UK firms awarded billions in NHS/government contracts amid failure of COVID-19 testing system", https://www.wsws.org (21 September 2020).

(7) https://www.bma.org.uk/news-and-opinion/outsourced-and-undermined-the-covid-19-windfall-for-private-providers (8 September 2020).

(8) Vitor Gaspar, Martin Mühleisen, Rhoda Weeks-Brown, "Corruption and COVID-19", https://blogs.imf.org (28 July 2020).

Yazarın Diğer Yazıları

Sermaye, işçilere açlık sınırının altında bir asgari ücreti layık görüyor!

MÜSİAD’ın asgari ücret önerisi iktidar bloğunun enflasyonla mücadele politikası ve beraberinde gelen mülksüzleştirme, kitlesel yoksullaştırma ve gelirin alt gelir gruplarından alınıp üst gelir gruplarına transferi projesi ile son derece uyumludur. Siyasal iktidarı arkasına almış olan sermaye sınıfı işçi sınıfına karşı belki de ülke tarihinde görülmemiş bir sınıf savaşını yürütüyor

Sahi bu iktisatçıların derdi ne?

Emekçilerin, halkın yanında yer alan iktisatçıların, akademisyenlerin enflasyon ve asgari ücrete yapılacak zam konusunu “beklenen-hedeflenen enflasyon, hangisi olmalı?” tartışmasına sıkıştırmadan analiz etmeleri ve daha da önemlisi yaşanabilir, çağdaş ve adil bir ücret düzeyi savunusu yapmaları gerekiyor

Yunanistan işçi sınıfı Filistin halkının yanında ya biz?

İsrailli ve Türk iş insanlarının yani iki ülke burjuvazisinin ticaret ve kảr söz konusu olduğunda nasıl iş birliği yapabildiği, farklı ulus, din ya da inançlara sahip olmanın kapitalist kảr karşısında nasıl önemsizleştiği açıkça görülüyor

"
"