08 Haziran 2024

Kutuplaştırmanın panzehri merkeze mi yönelmek, yoksa karşı kutbu mu inşa etmektir?

Sosyalist solun etkili olmadığı bir dönemde, iktidar da ya da muhalefetteki siyasete hâkim olan dogmatistler için her sorunun tek bir cevabı var: Piyasa fetişizmi. Bugün iktidardakiler bunun en vahşi, en tehlikeli, en faşizan biçimini temsil ediyorlar

Sırasıyla DEM Parti Eş Başkanları Tuncer Bakırhan ve Tülay Hatimoğulları, CHP Genel Başkanı Özgür Özel

10 seneyi aşkın bir zamandır AKP iktidarları ve Erdoğan ülkeyi kutuplaştırarak yönetiyor. Bu konuda kendileri açısından başarılı sayılabilirseler de bunun toplumda, ekonomide, siyasette ve ahlakta neden olduğu hasar çok büyük. Öyle ki örneğin siyasette merkezde bir siyasal partinin oluşmasının zemini bütünüyle ortadan kalktı: “Ya Millet ya da Zillet İttifakı’ndasınız, bunun arası ya da ortası yok!”

Bu toksik stratejinin toplumsal zararı anlaşılmaya başlayınca, muhalefet cephesinde merkez partisi olma iddiaları ve çabaları da arttı. Önce İYİ Parti’ye merkez sağı temsil eden bir misyon yüklendi ama genel başkanlarının yaptığı büyük hatalar sonucunda bu parti yerel seçimler sonrasında yüzde 3’lere kadar gerileyince bunun olamayacağı anlaşıldı. Zaten aynı eski genel başkan bir iki gün önce Saray’a sürpriz bir ziyarette bulunarak aslında hangi kutupta yer aldığını ya da yer almak istediğini de ortaya koydu.

Diğer taraftan çöküşün farkında olan ekonomi ve siyasette etkili konumdaki sermaye çevreleri ve müesses nizamın bazı yetkili unsurları merkeze oturtacak yedekte bir parti arayışından vazgeçmiş değiller. Mevcut siyasal partilere ilişkin dizayn edici müdahalelerinin bir kısmı aslında bu yönde gelişiyor.

Kimler, nerede yer alıyor?

Öncelikle, hali hazırda ‘İktidar Bloku’nu oluşturan AKP ve MHP aşırı sağda konuşlanmış durumdalar. Bu partilere son dönemlerde yükselişte olan Zafer Partisi de eklenebilir.

Diğer yandan Gelecek, Saadet, DEVA, Yeniden Refah Partisi gibi, sağda ve büyük bir kısmı Millî Görüş geleneğinden gelen, ancak seçmen tabanları sınırlı olan siyasal partiler de merkeze aday olabilecek konumda değiller.

Halkların Demokrasi ve Özgürlük Partisi (DEM), Türkiyelileşme söylemine hala sadık gibi görünse de hem mevcut siyasal konjonktür hem de son kayyım atamalarından da görüldüğü üzere, siyasal iktidarın üzerlerinden bir türlü eksik etmediği baskılar yüzünden, giderek kendi kabuğuna çekilen ve bir kimlik partisine dönüşme belirtileri gösteren bir konumda olduğundan merkezde yer alabilecek durumda değil.

TİP, TKP, Sol Parti ve EMEP gibi kendilerini sosyalist olarak tanımlayan partiler zaten kendilerini kategorik olarak merkezde değil, solda gören partiler ve ayrıca toplam oyları yüzde 1’i ancak bulabildiği için merkezcilik tartışmasının dışındalar.

CHP merkez partisi olur mu?

Geriye bir tek CHP kalıyor. CHP’nin merkezin sağından da solundan da aldığı oylarla kendini büyüterek, uzunca bir zaman sonrasında ilk kez birinci parti haline gelmesi onu bu konuma en yakın aday gibi gösteriyor.

Ancak, CHP de kendisini müesses nizamın bir parçası olarak görüyor olsa gerek ki (aslında kategorik olarak öyle olduğu söylenebilir), açıkça olmasa da ekonomik krizden çıkılabilmesi için iktidar bloku ile iş birliği yapmaya hazır olduğunun işaretlerini veriyor. Bunu da son dönemdeki “normalleşme” söylemleri ve Erdoğan ile yaptığı yüz yüze görüşmeler çerçevesinde açıklıyor.

Batılı burjuva demokrasilerinde merkez partiler demokratik siyasete ağırlığını koyan ve bu şekilde burjuva düzeninin sorunsuz işlemesini sağlamaya katkıda bulunan partilerdir. Yani gerektiğinde bir restorasyon projesinin parçası olabilirler.

Diğer yandan, “merkez” ve “aşırı uç” gibi kavramların bizim gibi Güney’in azgelişmiş ülkelerinde farklı anlamları olabileceğini unutmamak gerekir.

İktisadi anlamda “aşırı uçta” olmak?

Bu noktada yanıtlanması gereken önemli bir soru, “aşırı uçta veya merkezde olmanın” özellikle de ekonomi politikaları ve stratejileri açısından ne anlama geldiğidir.

Bu bağlamda, özellikle “aşırı ucu”, daha doğrusu “aşırı sağı” tanımlayalım. Çünkü bugün “aşırı sol” gibi bir olgudan söz edebilmek çok zor.

Aşırılık örnekleri

Öncelikle, aşırı sağcılık, kapitalizmin neo-liberal versiyonunu veri kabul ederek piyasaların; ekonominin yatırım, tasarruf, gelir bölüşümü, kalkınma ve büyüme dâhil tüm sorunlarının çözümünü sağlayacağına inanmaktır. Bu bağlamda, piyasaların taleplerine uymayanların, piyasalara ters düşenlerin, kamucu tarafta yer alanların ötekileştirilmesi aşırı sağ bir yaklaşımdır.

Başta eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, toplu ulaştırma ve yaşlı, engelli ve çocuk bakımı gibi, hem etkin bir şekilde kamu tarafından yerine getirebilecek hizmetlerin özelleştirilerek özel şirketlerce, piyasalarca fiyatlama yoluyla sunulmasını ya da kamunun bu işleri üzerine almamasını savunmak aşırı sağcı bir bakıştır.

Sermayenin, servet zenginlerinin (örneğin yatırım yaptıkları gerekçesiyle) vergilendirilmemesini ya da emekçilere nazaran daha düşük oranlarda vergilendirilmesini savunmak aşırı sağcılıktır.

Gelir, fırsat, olanak eşitsizliklerine ve hatta fiziksel eşitsizliklerin varlığına rağmen (örneğin engelliler), toplumdaki herkesin, “piyasalar karşısında durumu ya da kişisel durumu ne olursa olsun” çalışmakla yükümlü olduğunu savunmak aşırı sağcılıktır.

Tekellerin siyasal güçlerini de kullanarak hiçbir denetlemeye tabi tutulmaksızın faaliyetlerine izin verilmesi, yüksek kârlı devlet ihalelerinin iktidar üzerinde ağırlığı olan sermaye gruplarına ya da çevrelerine peşkeş çekilmesi de aşırılıktır.

Merkezci tutum?

Diğer taraftan, birey ve toplum arasındaki ilişkinin herkes için farklılık gösterebileceğinin ve yaşanan bölgedeki toplumsal dinamiklere göre farklılaşabileceğinin bilinciyle, siyasetin merkezinde yer alan bir parti açısından; bireyin statüsü toplumun statüsünden üstün olmadığı gibi, toplumun çıkarları da her zaman bireyin çıkarlarından üstün tutulamaz. Bunun yerine, bu ikisinin bir arada çözümlendiğine inanılır.

Ancak, gerçek bir merkezci tutum, toplumun kapasitesi ve kaynakları, talepleri karşılamak için kullanılmadan önce, herkesin (en başta da en çok ihtiyaç sahiplerinin) ihtiyaçlarının karşılanmasını sağlamanın devletin görevi olduğu görüşünü benimser. Çünkü böyle bir merkezci yaklaşım, herkesin topluma etkin olarak katılma şansına sahip olması gerektiğine inanır.

Merkezciler ayrıca tanım gereği, kendilerini sürekliliğin bir parçası olarak görürler. Diğer bir deyişle, mevcut anı tek endişe noktası olarak gören piyasa yanlısı aşırı uçların aksine, şimdiki zaman onların tek odak noktası değildir. Örneğin, piyasaların ve sermayenin ihtiyaçlarına öncelik verenlerin aksine, iklim değişikliğinin sonuçlarına kayıtsız kalamazlar.

CHP’nin konumu?

Şimdi bu perspektiften hem İktidar Blokunu hem de Ana Muhalefet Partisi CHP’yi değerlendirelim.

İktidar Blokunun aşırı sağda yer aldığı çok net. Ancak CHP’nin de az önce tanımlanan merkeziyetçi bir davranışının olup olmadığı tartışılır (kısmen böyle bir fikriyatı olsa da).

Çünkü her ikisi de özünde serbest piyasa yanlısıdır ve kamu ekonomisini küçültmeye, kamunun sorunları çözme gücünü zayıflatmaya, küçümsemeye ve yok saymaya çalışıyor (CHP’nin kamu yönetiminde liyakatli olma dışında örneğin yeniden kamulaştırma gibi somut bir önerisi de yok.)

Her ikisi de karşı karşıya olduğumuz sorunları asıl olarak özel sektörün ve ülkeye gelecek olan yabancı sermayenin çözebileceğine inanıyor. Bunun için de her türden teşvikin sermaye kesimine verilmesi gerektiğini savunuyor, sermaye kesiminin yeterince vergilendirilmemesinden rahatsız olmuyor (örnek olarak her ikisi de servet vergisine karşı.)

Her iki partinin liderleri de ülkedeki etnik farklılıklar ve farklı inanç gruplarının var olduğu gerçeğine rağmen, bu konuda eşitlikçi ve özgürlükçü bir tutum geliştirmiyor, hatta özellikle de milliyetçiliğin yükseldiği dönemlerde ülkedeki farklı kimliklerin var olduğu gerçeğini inkâr eden bir tutum takınabiliyor (Kürt illerindeki kayyım atamalarına karşı CHP’nin doğru tutumu bu anlayışın yumuşamış olduğunu gösterse de bunun konjonktürel olup olmadığını zaman gösterecektir.)

Sadece temsil siyasetine ve seçimlere odaklanmış olmaları, sistem değişikliğine değil, asıl olarak bireysel değişikliklere önem verdiklerini gösteriyor.

Her ikisi de gerçek toplumsal ihtiyaçları görmezden geliyor ve bunun yerine partilerinde yapılan siyasetin sınıfsal karakteri gereği, bu durum bazı kesimlerin (örneğin müteahhitler gibi) isteklerini tatmin etmeyi öncelemelerine neden oluyor.

Özetle, İktidar Bloku partilerinin merkezci olamayacakları açıktır. Diğer yandan muhalefet partilerinin de gerçek anlamda “merkezci” olarak tanımlanabilmeleri son derece tartışmalıdır. Çünkü eğer demokratik çözümleri reddederseniz, toplumun önemini görmezden gelirseniz, sadece güçlü olanla ve iktidar olmakla ilgiliyseniz, toplumsal muhalefeti önemsiz görürseniz, gerçek ihtiyaç sahiplerine karşı kayıtsızsanız, geleceği umursamıyorsanız, savaşlar, militarizm, ırkçılık, kadın cinayetleri, ekolojik yıkım ve eşitsizlikler sizi endişelendirmiyorsa, bazılarına kasıtlı olarak değersizlermiş gibi davranıyorsanız, o zaman siz bırakın merkezde filan yer almayı siz aslında bir aşırısınız, aşırı sağcısınız, demektir.

Sonuç olarak

Eğer, “Emek, Demokrasi ve Barış Güçleri” önümüzdeki ekonomik ve politik sürece aktif ve örgütlü bir biçimde müdahale etmezse, dört yıl sonra gerçekleşmesi beklenen genel seçimlerde halklarımız kabaca iki tehlikeli çizgi arasında kalacaktır: Aşırı sağcı, siyasal İslamcı aşırılık ve ulusalcı - sol aşırıcılık.

Sosyalist solun etkili olmadığı bir dönemde, iktidar da ya da muhalefetteki siyasete hâkim olan dogmatistler için her sorunun tek bir cevabı var: Piyasa fetişizmi. Bugün iktidardakiler bunun en vahşi, en tehlikeli, en faşizan biçimini temsil ediyorlar. Yeniden kamulaştırmaları, servet vergisini, yerinden doğrudan demokrasiyi ağızlarına alamayan muhalefet ise bunun ancak ulusalcı sol versiyonunu temsil edebilir.

Diğer yandan, liderlik değişimi ile birlikte toplum CHP’ye yeni bir misyon yüklemiştir: Israrla merkezde bir yerde konuşlanmak arzusuyla daha fazla sağcılaşmadan uzaklaşmak.

Kaldı ki küresel çapta kutuplaşmanın geçerli olduğu bir dönemde, sanılanın aksine, merkezci olmak hem zordur hem de gereksizdir. Nitekim “normalleşme” ve “yumuşama” söylemleri sürerken iktidarın başta Kürtler olmak üzere toplumsal muhalefet üzerindeki baskısını artırması, anayasayı, yasaları tanımaz tavrının sürmesi bunun ispatıdır.

“Toplum provokasyona gelerek, faşizmle kavga etme işini üstlenmemelidir. Halk kenara çekilmeli ve mütevazı bir biçimde ve sessizce yapılacak olan genel seçimleri beklemelidir” biçimindeki faşizmin reformist yorumuna aldanarak geçtiğimiz yüzyılda sosyal demokratların yaptığı hataların yapılmasından kaçınılmalıdır.

Kısaca bu ülkede merkezcilik artık tutmaz, ısrarla merkezde konuşlanma çabası da bir süre sonra aşırı sağın ve faşizmin daha da güçlenmesine yol açar. İhtiyacımız bu kötü gidişatı önleyecek ve en geniş demokrasi cephesini inşa etmektir.

Aşırı sağcı faşist kutba karşı insanın, halkların, toplumun, emeğin, özgürlüklerin, barış ve demokrasinin ve doğanın çıkarlarını savunan antifaşist kutbu oluşturmak ve artık kaçınılmaz hale gelen erken seçim talebini toplumsallaştırmak ve siyasallaştırmak gerekiyor.

Önümüzdeki tehlike faşizm tehlikesidir ve faşizme karşı mücadele yeni fikirler, vizyon ve bunları eyleme dönüştürme becerisi olmadan gerçekleşemez. Faşizme karşı mücadele sadece işçileri ve onun sınıfsal müttefiklerini değil, tüm ezilen ve sömürülen halk kesimlerini de birleştiren bir mücadele olmalıdır. Bu kesimler, insan hakları savunucularından kadın hareketine, çevrecilerden ezilen kimlikler, gruplar ve inançların hareketine kadar geniş bir yelpazede yer alır.

Kitlelere ulaşmanın en geniş geniş kitle tabanını oluşturmanın alternatif yolları bulunmalı, eğer hali hazırda böyle bir yol yoksa yeni bir yol açılmalıdır. 17’nci yüzyılda Francis Bacon’ın bir öyküsünde geçen bir atasözünde de söylendiği gibi, “eğer dağ Muhammed’e gelmiyorsa Muhammed’in ona gitmekten başka çaresi yoktur.”

Mustafa Durmuş kimdir?

Akademisyen, yazar, ekonomi politikçi Prof. Dr. Mustafa Durmuş, 1956 yılı Kelkit'te doğdu. 1977 yılından Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun oldu.

'Güney Kore'de İhracata Dönük Kalkınma Modeli' üzerine doktora tezi yazdı (1989).

TÜRK-İŞ'e bağlı YOL-İŞ Federasyonu'nda eğitim uzmanı, Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi'nde asistan, Birleşik Krallık York Üniversitesi'nde misafir araştırmacı, Gazi Üniversitesi İİBF'de öğretim üyeliği ve özel sektörde üst düzey yöneticilik yaptı.

Halen Hacı Bayram Veli Üniversitesi İİBF Maliye bölümü öğretim üyesi ve T24 yazarı. Makalelerini yayımladığı 'Alternatif Akademi' adlı bir bloğu ve Kapitalizmin Krizi (2009), Kriz Darbe Savaş Kıskacında Türkiye Ekonomisi (2018), Büyük Değişim-Popülist Otoriterlik (2019) adlı kitapları var.

Yaşamın Temel Ekonomisi (2021), Dünya Ekonomisini Anlamak I (2021) ve Siyasi Ekoloji (2022) editörlü kitapların da yazarları arasında.

 

Yazarın Diğer Yazıları

CHP Gölge Bakanlığı yanlış mı anladı?

Ülkenin birinci partisi konumuna gelmiş ve rüzgârı da arkasına almış olan bir muhalefet partisi, hızla yıpranmakta olan ve aynı zamanda ülkedeki ekonomik ve sosyal yıkımın sorumlusu olan iktidar partisinden (emekçiler lehine de olsa) talepte bulunmalı mıdır? Yani CHP muhalefet mi yapmalıdır, yoksa zor durumdaki iktidar ile işbirliği mi yapmalıdır? Yanıtlanması gereken asıl soru budur

Ete hasret bir toplum!

Güvenli ve yeterli gıdaya erişememe sorunu sadece kırmızı et ile de sınırlı değil. Genel olarak Türkiye'nin özellikle de yoksullarının, gıdaya erişimi giderek imkânsızlaşıyor

Tüketimle büyüyen ekonomi tüketiciyi ezerek küçülür

İnsanlık ve doğa için önemli olan kâr ve servet/sermaye artışı değil, bireysel ve toplumsal ihtiyaçların karşılanmasıdır. Temiz hava ve suya ihtiyacımız olduğu gibi, iyi bir yaşam için güvenli ve bol gıda ve yeterli barınma da şarttır