15 Kasım 2021
2022 Yılı Merkezi Yönetim Bütçesi, ülkede ekonomik krizin iyice derinleştiği, işsizliğin, yoksulluğun ve gelir dağılımı adaletsizliğinin hızla arttığı, bu durumun da toplumsal muhalefetin yükselmesine ve iktidar blokunu oluşturan partilerde hızlı bir oy kaybına neden olduğu bir dönemde TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda görüşülüyor.
İktidar blokunun ısrarla uyguladığı, inşaat- emlak sektöründe yaratılan rantları korumaya ve büyütmeye dönük faiz indirimi politikasının sadece çok yüksek bir işsizliğe (8 milyon) ve yüzde 45 gibi tarihsel olarak düşük bir istihdama değil, aynı zamanda yüzde 40’ı aşan yüksek bir enflasyona, dolar kurunun 10 liraya çıkmasına ve derin bir yoksulluğa neden olduğu artık net olarak görülüyor.
Bu denli vahim bir ekonomik tablo altında iktidar bloku, tabanındaki çözülmeyi durdurabilmek için bir yandan popülizme sarılıyor ve şu ana kadar yaptığı bazı vergi düzenlemelerinde olduğu gibi 850 bin küçük esnaftan vergi almaktan vazgeçiyor. Medyası aracılığıyla 3600 Gösterge konusunu çözecekleri ve bu yıl daha yüksek bir asgari ücret zammı verecekleri haberlerini yayıyor.
Diğer yandan da, tarihimize benzer iktidarların hep yaptığı gibi, başta sol, demokratik muhalefet olmak üzere, toplumsal muhalefet üzerindeki baskısını iyice artırıyor. Nitekim hali hazırda HDP’nin kapatılma davası sürerken, CHP’nin kapatılabileceğine dair haber ve yorumlar devreye sokuluyor. Ayrıca yenilenen ve ilk kez iki yıla çıkartılan teskere ile sınır ötesi yeni büyük operasyon planları yapılıyor.
Tüm bunların demokratik muhalefeti bastırarak, artık iyice olgunlaşmaya ve toplumsal bir talep haline gelmeye başlayan bir erken genel seçim atmosferini dağıtmak için yapıldığı söylenebilir. Ancak bu gelişmelerin ülkedeki ekonomik krizi daha da derinleştireceği de, iktidar blokunun tabanını iyice eriterek onu daha da zayıflatacağı ve mevcut bloku çatlatacağı da çok net ortada.
Bu tespitlerden hareketle bu yılki bütçe değerlendirmelerini dönemi etkileyen bu gelişmeleri dikkate alarak yapmak, yani bütçenin sadece teknik açıdan analizi ile sınırlı kalmamak gerekiyor. Kısaca bütçeye bakışımız iktisadi olduğu kadar politik de olmak zorunda.
Çünkü bütçe sırasıyla:
Özetle, bütçe bir kanun, bir politik belge olduğu kadar, hem harcamalar, hem vergiler, hem de borçlanma boyutlarıyla ekonominin bütünü ve toplumsal sınıf ve kesimler üzerinde çok önemli etkilere neden olacak nitelikte bir siyaset aracı.
Doğallıkla, böyle ciddi toplumsal etkilere sahip bulunan, bu büyüklükte bir iktisadi kaynağın nasıl kullanılacağına ilişkin olarak toplumun bütününün rızasının alınması ve bu kaynağın kullanımının her aşamada sıkı bir biçimde denetlenebilmesi lazım.
Ayrıca, üretenlerin, değeri yaratanların, yani işçilerin, emekçilerin, halkın ve vergi mükelleflerinin, özcesi bu ülkede yaşayan herkesin, doğrudan ya da dolaylı mekanizmalar aracılığıyla ödedikleri vergilerin nerelere harcandığını (ya da harcanmadığını) bilmeleri ve bunu denetleyebilmeleri en doğal hakları. Bu denetim bütçenin hazırlanması, uygulanması ve sonuçlandırılması sırasında yani bütün bir bütçe sürecinde yapılabilmeli.
İşte tam da bu ihtiyaçtan ötürü, bir ülkede halkın ne için, ne kadar vergi ödediğinden, bu vergilerin hangi kamu harcamalarına nasıl harcandığından, ne için ve ne kadar borç alındığından haberdar olması ve bu araçları denetleyip yönlendirebilmesi tüm dünyada yüzlerce yıldır “Bütçe Hakkı” olarak anılıyor.
Bütçe hakkının kökleri 13’üncü yüzyıla kadar gidiyor. Öyle ki 1215 yılında Britanya’da Kral ile yerelin temsilcileri arasında imzalanan Magna Carta Anlaşması ile ilk kez kralın vergi toplama ve harcama yetkileri, ağırlıkla dönemin yerel egemenlerinden oluşan bir Meclisin onayına bağlı kılınarak kısıtlandı. Çünkü toplanan vergilerin çoğu krala giderken, azı yerel egemenlerde (Lord, Dük gibi) kalıyordu. Bu yerel egemenler vergi gelirlerini artırmak için daha fazla vergi salmaya kalktıklarında ise vergi yükü altında bunalmış olan halkla karşı karşıya kalıyordu. (1) Magna Carta ile başlayan bu süreçteki kazanımlar günümüze kadar kurumsallaştı ve burjuva demokrasilerinin olmazsa olmazı haline geldi.
Magna Carta aynı zamanda (vergileri kontrol ederek- dolaylı bir biçimde) kralın savaş çıkartma yetkilerini de kısıtladığından barışın da ilk belgelerinden biri sayılıyor. Çünkü barış daha fazla vergiye olan ihtiyacı azaltıyor. Bu bağlamda bütçe hakkına sahip çıkmak sadece demokrasiye değil, barışa da sahip çıkmaktır.
Geçen yıl olduğu gibi bu yıl da (siyasal iktidarın bütçe hakkına bakışını ortaya koyan bir biçimde), Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Teklifi, TBMM’ye eksik sunuldu. Öyle ki kanun teklifinin ekinde olması gereken ve bütçesinin asıl gövdesini oluşturan ekli cetveller teklifle beraber değil, gecikmeli olarak iletildi.
Geçen yıl da, ilk defa uygulanacak olan Performans Esaslı Program Bütçe kamu idarelerinin hazırlık yapmasına fırsat verilmeden, Meclis’e sunulduğu tarihten sadece bir hafta önce bu kurumlara ve ilgili bakanlıklara gönderilmişti.
Dahası 2017 yılında geçilen Partili Cumhurbaşkanlığı rejimi altında devlet bütçesi artık Cumhurbaşkanlığı Sarayındaki dar kadro tarafından hazırlanarak Meclis’in onayına sunuluyor. Meclis’in yapısı dikkate alındığında, bu bütçe teklifinin bırakın reddedilmesi, ciddi-eleştirel bir biçimde görüşülmesi dahi mümkün olamıyor artık.
Kısaca, doğrudan- demokratik katılımcı bir bütçe yapılabilmesi olanağını bir kenara bırakalım, artık temsili bir demokrasideki bütçe hakkı dahi kullanılamaz oldu.
Böylece artık bütçe hakkının zedelenmesinden değil, bütünüyle ortadan kaldırılmasından söz etmek daha doğru olabilir. Bu durum da giderek kurumsallaştırılmaya çalışılan siyasal İslamcı-otoriter rejimin en belirgin özelliklerinden birini oluşturuyor.
Bunu daha iyi anlatabilmek için tek bir örnek vermek yeterli olur. Öyle ki bütçedeki tüm harcama ödeneklerinin oluşturulmasına ve nerelere tahsis edileceğine, alınacak (ya da alınmayacak) vergilerin hangileri olduğuna ve miktarına, yapılacak borçlanmaların miktarı ve niteliğine, kurumlar arasındaki irili-ufaklı tüm ödenek aktarmalarının yapılmasına tek bir kişi (Cumhurbaşkanı) karar veriyor. Dahası bu yetkiyi kendisinden başka kimin kullanacağını da yine kendisi belirliyor.
Bu bağlamda yaşadığımız bu süreçte, bütçe hakkının bütünüyle ortadan kaldırılması durumuyla demokrasi mücadelesi bir arada düşünülmeli ve bütçe hakkının savunulması demokrasi ve barış mücadelesinin önemli bir ayağı olarak kabul edilmeli. Parlamentodaki bütçe görüşmeleri sırasında sözler bunun üzerine kurulmalı, parlamento dışı muhalefet örgütlenmesinin odak noktalarından biri de bu gerçek olmalı.
Şimdi biraz bütçenin teknik boyutlarına odaklanalım. 2022 yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanun Teklifinde yer aldığı üzere; merkezi yönetim bütçe giderleri 1,751 trilyon TL olarak belirlendi. Bu milli gelirin ancak yüzde 22,2’sini oluşturuyor.
Niteliğine bağlı olarak çok büyük bir kamu sektörünün varlığı eleştirilebilir. Ancak, bu oranın yüzde 22 gibi düşük bir düzeyde olması, özellikle de kriz ve Kovid-19 salgını gibi ciddi salgın dönemlerinde, sosyal devletin bir bütün olarak ortadan kaldırıldığının ve iktidarın krizi ve salgını yok saydığının da bir göstergesi.
Merkezi yönetim bütçesi net toplam geliri ise 1,473 trilyon TL olarak belirlenmiş. Böylece bütçe açığının 278 milyar TL (ve faiz dışı açığın 38 milyar TL) olması bekleniyor. Bu noktada bütçe açığı üzerine birkaç şey söylemek gerekiyor.
Bilindiği gibi siyasal iktidar mali disipline sadık kalarak, bütçe açığını en azda tutmakla övünüyor. Bu çerçevede bu yıl yüzde 3,5 olan bütçe açığının önümüzdeki yıl da yüzde 3,5’te kalması ve 2024 yılı sonunda yüzde 2,9’a düşürülmesi hedefleniyor. (2)
Bunun anlamı daha az harcama yapıp, daha fazla vergi alınacağı biçimindeki politikanın sürdürüleceğidir. Siyasal iktidar sermayeden vergi almayı tercih etmediği için bu vergileri (ya da diğer kamu gelirlerini) ağırlıklı olarak halktan toplayacaktır. Nitekim son zamanlarda gerek elektrik, doğal gaz fiyatlarına, gerekse de benzin, motorin, LPG ve alkollü içkiden alınan vergilere yapılan zamlar bunun bir kanıtı. Bu yüzden de bu bütçeyi halktan yana değil, halka daha fazla kemer sıktıran bir bütçe olarak nitelendirmek daha doğru olur.
Oysa hem derin ekonomik krizler, hem de yaşamakta olduğumuz böyle büyük salgın dönemlerinde bütçe disiplini değil, halkın sağlığı ve refahı ön planda tutulmalıdır.
Siyasal iktidar ise her ikisinin varlığını da kabul etmediğinden ya da kabul etmek istemediğinden, böyle zamanlarda ekonomiye ve halka daha fazla destek verilmesi, bunun için de devlet bütçesinin cömert olması gerektiği gibi temel bir iktisat politikası gerçekliğini de reddediyor. Diğer yandan sermayeden alınmayan vergiler ve sermayeye verilen desteklerdeki cömertliği aslında iktidarın bu tercihinin bilinçli bir sınıfsal tercih olduğunu gösteriyor.
Kamu harcamalarının ekonomik sınıflandırmasına göre gelecek yıl da bütçe ödenekleri içinde en büyük payı sırasıyla; cari transferler, personel giderleri ve faiz giderleri alacak.
Teklifte (3) cari transferler için toplam 657 milyar TL ödenek öngörülüyor. Bunun 290 milyar TL’si sosyal güvenlik sistemine yapılacak transferlerden oluşuyor. Bu arada sadece 149 milyar TL tüm yerel yönetimlere ve yine sadece 26 milyar TL tarımsal destekleme olarak çiftçiye verilecek. Çeşitli fonlara ayrılan miktar ise 47 milyar TL.
İkinci büyük kalem olan personel giderleri için 425 milyar TL + 69 milyar TL (SGK devlet primi) olmak üzere toplam 494 milyar TL ayrılıyor. Uzun zamandır üniformalı istihdama (asker, polis, bekçi, korucu, güvenlik görevlisi gibi) yönelen siyasal iktidar kamu kaynaklarının önemli bir kısmını da bu kesim için ayırmış görünüyor.
Üçüncü büyük ödeme ise 240 milyar TL’yi aşan faiz ödemesi olacak (bu yıl 180 milyar TL olan faiz ödemelerinin, 2023’te 291 milyar TL’ye ve 2024’te 320 milyar TL’ye yükselmesi bekleniyor). Böylece faiz ödemesi toplam giderlerin yaklaşık yüzde 14’ü ya da toplam vergilerin yüzde 19’u büyüklüğünde olacak. Yani toplanan her 100 TL’lik verginin 19 TL’si faize gidecek.
Buna karşılık bütçeden eğitime ayrılan pay yüzde 12; sağlığa ayrılan pay yüzde 6,3; yoksullukla mücadele için ayrılan pay yüzde 2,8 ve engelliler için ayrılan pay yüzde 1,4 ile sınırlı kalacak. (4)
Devlet ayrıca piyasadan 128 milyar TL’lik mal ve hizmet alımı yaparak sermaye kesimine destek olacak.
Bütçe harcamaları işlevsel dağılım açısından ele alındığında, başta askeri harcamalar olmak üzere en büyük payın güvenlik ve kamu düzenini sağlayamaya dönük olduğu ileri sürülen harcamalar için ayrıldığı görülüyor.
2022 yılı için ayrılan böyle harcamaların tutarı 246,4 milyar TL’yi buluyor.(5) Ancak bunun içine “askeri- sanayi karması” olarak da adlandırılan ve son yıllarda siyasal iktidarın adeta bir tür lider ürün veya lider sektör olarak gördüğü savunma sanayi alanı ve bu alanda faaliyet gösteren beş büyük şirketin gelirlerinin/yatırımlarının ve Savunma Sanayi Destekleme Fonu için ayrılan kaynağın dâhil edilmediğinin altını çizelim.
Bunlar da dâhil edildiğinde güvenlik için ayrılan toplam kaynağın 350 milyar TL’yi bulurken, bütçenin toplam ödeneklerine oranı yüzde 20’yi aşıyor. Böylece eğitim başta olmak üzere birçok alana ayrılan kaynaktan çok daha fazlasının bu alana ayrıldığı ortaya çıkıyor.
Mevcut siyasal rejimin iyice belirginleşen karakterini ortaya çıkartan bir gösterge de Diyanet İşleri Başkanlığı’na ayrılan kaynağın büyüklüğü. Bu yıl yaklaşık 13 milyar TL olan kurumun ödeneği seneye (yüzde 23’lük bir artışla) 16 milyar TL’nin üzerinde olacak.
Son zamanlarda siyasal iktidarın yanındaki görünürlüğü iyice belirginleşen, tek bir mezhebin ve bu doğrultudaki dini cemaatlerin kontrolünde olduğu ileri sürülen bu kuruma ayrılan bütçe birçok bakanlığa ayrılan toplam bütçeden fazla. Dahası kurumun bütçesi toplam kamusal yükseköğretim hizmetine (129 kamu üniversitesi ve YÖK) ayrılan bütçenin de (57,7 milyar TL) neredeyse yüzde 28’i kadar. (6)
Bütçenin gelirler tarafında ise toplam vergi gelirlerinin 1, 258 trilyon TL olması hedefleniyor. Bunun 257 milyar TL’si Gelir Vergisinden, 172 milyar TL’si Kurumlar Vergisinden, 415 milyar TL’si Katma Değer Vergisinden, 219 milyar TL’si ise Özel Tüketim Vergisinden karşılanacak. Bunlara ilave olarak 44 milyar TL Harç, 34 milyar TL Damga Vergisi, 34 milyar BSMV ve 25 milyar TL Motorlu Taşıtlar Vergisi alınacak.
Kısaca gelenek devam edecek ve yine vergilerin en az üçte ikisi dolaylı vergi biçiminde doğrudan halktan alınacak.
Siyasal iktidarın bir süredir sermayeyi vergilendirmekten giderek vazgeçtiğini biliyoruz. Örneğin en son 7388 Sayılı Kanun ile yaptığı düzenlemelerin sonucunda iktidar net olarak 3 milyar 173 milyon vergiyi almaktan vazgeçti.
2022 yılı Bütçesinde ise deyim yerindeyse buna tüy diktirecek düzenlemeler var. Bunların başında “vergi harcamaları” geliyor. Öyle ki bu ad altında, bazı temel vergi kanunlarında yer verilen vergi muafiyet, istisna ve indirimlerle 2022 yılında 336 milyar TL, 2023’te 385 milyar TL ve 2024’te 437 milyar TL verginin alınmasından vazgeçiliyor. İçinde bulunduğumuz yıl olan 2021 yılı için bu rakamın 231 milyar TL olarak belirlendiği hatırlanırsa bu tür vergi teşviklerinde yüzde 45’ten fazla bir artışın olacağı anlaşılıyor.
Vergi harcaması olarak anılan bu teşviklerin sadece yaklaşık 54 milyar TL’si yani yalnızca yüzde 16’sı işçilerin yararlandığı Asgari Geçim İndirimi (AGİ) biçiminde olabilecek. Ancak AGİ’ye uygulamada büyük ölçüde patronların el koyduğu yani bunun işçiye bir imkân olarak yansıtılmadığı da bir gerçek.
Vergi harcamalarının neden olduğu sorun bunula da sınırlı değil. Öyle ki:
Diğer yandan bu yıl yüksek bir zam yapılacağı ileri sürülen asgari ücretin vergi dışı bırakılmasının devlete maliyeti sermayeden alınmayan verginin neden olduğu maliyetin çok altında. Öyle ki asgari ücretliden 456 TL’si vergi ve 27 TL’si fon kesintisi olmak üzere aylık 483 TL- 635 TL (ayına göre farklılaşıyor) ve yılda toplam 6,424 TL Gelir Vergisi alınıyor (SGK primi ve İşsizlik Sigortası Fonu kesintisi hariç). (7)
Kısaca, resmi verilere göre ülkede 5 milyon civarında asgari ücretli var. Böyle olunca bunlardan yılda tahsil edilen Gelir Vergisi miktarı 32,1 milyar TL’yi buluyor. Bu tutar vergi harcamaları olarak vazgeçilen verginin onda birinden bile az. Buna rağmen devlet yıllardır asgari ücreti vergilemekten bir türlü vazgeçmiyor.
Bu durum da, işçiyi, emekçi halkı vergilendirmekten bir türlü vazgeçmeyen iktidarın sermaye söz konusu olduğunda onu vergilemektense, bütçe açığı vererek ve bu açığı borçlanma yoluyla kapatarak, bu borçlanmayı da sermayeden yaparak bu kesimlere kaynak aktarmayı sürdüreceğini gösteriyor.
Özetle sadece vergilerin değil, kamu harcamalarının ve borçlanmanın yani bir bütün olarak bütçenin halkın demokratik denetimden uzak bir biçimde hazırlanması ve uygulanması işçi sınıfının ürettiği artı değerden alınan vergilerden oluşan kaynağın hem sermaye kesimi için, hem toplumsal olarak faydalı olmayan faaliyetler için, hem doğayı tahrip eden, hem de militarizmi yükselten harcamalar için kullanılmasıyla sonuçlanıyor.
Bu durum ülkeyi sadece demokratik ve sosyal göstergeler açısından listenin en altlarına doğru itmiyor, aynı zamanda böyle büyüklükteki bir ‘ Küresel Yolsuzluk Endeksi’nde olduğu gibi geçen yıla göre 9 puan birden gerileterek 110’ncu sıradan 119’uncu sıraya düşürüyor. (8)
2022 yılı bütçesi de daha öncekilerden farklı değil. Öz itibariyle iktidar blokunun siyasal tercihlerini yansıtan ve onun sırtını dayadığı sosyal sınıflar ve diğer kesimlerin çıkarlarını korumayı ve geliştirmeyi hedefleyen bir bütçe.
Özellikle de 2017 yılından itibaren bu bütçe, devlet planlama örgütü ve bakanlıklar gibi parlamenter rejimin bürokrasisinden ziyade Saray’daki dar bir kadro tarafından hazırlandığı için, kısıtlı da olsa demokratik olma özelliğini bütünüyle yitirmiş, bütçe hakkını tamamen ortadan kaldırmış bir siyasal-ekonomik belge görünümünde.
Bu bütçe ne ekonomik krizi, ne de salgının varlığını kabul eden bir bakışla hazırlanmadığı için, toplumun en acil sorunları olan salgının neden olduğu sağlık ve eğitimde yaşanan sorunlara da, işsizlik, enflasyon-hayat pahalılığı, yoksulluk, gelir dağılımı adaletsizliği gibi diğer ekonomik ve sosyal sorunlara da her hangi bir gerçekçi çözüm sunmuyor.
Bu bütçe kadınların, gençlerin, engellilerin, ötekileştirilen halkların, kimliklerin ve inanç gruplarının ezilmişliklerini de reddediyor, bu nedenle de bu kesimler için de hakiki bir çözüm getirmekten çok uzak bir bütçe.
Böyle bir bütçenin alternatifi ‘Demokratik Bir Halk Bütçesi’dir. Nasıl ki artık bugün sadece kapitalizmi mevcut krizinden çıkartıp onu yeni krizlere hazırlamak gibi bir kısır döngüye mahkûm olmak istemiyorsak, aksine uzun vadede krizsiz, sömürüsüz ve sınıfsız bir toplumu kurabilmek için bugünden “Demokratik Bir Geçiş Toplumunu” ve buna uygun bir “Demokratik Ekonomiyi” yaratmak istiyorsak, bunun bütçesini de şimdiden tasarlamamız ve bunu hayata geçirilebilmek için mücadele etmemiz gerekiyor.
Böyle bir alternatif bütçe büyük resimde amaçladığımız katılımcı-çoğulcu demokrasiye ve demokratik ekonomiye uygun bir demokratik bütçe olmalı, bunun için de bütçe hazırlığına yukarıdan, tek merkezden değil, aşağıdan, yerelden başlanılmalıdır.
İlke olarak böyle bir bütçe ile sermaye kesiminin, zengin seçkinlerin ya da egemen kimliklerin çıkarları gözetilmemelidir. Aksine bütçenin kaynakları asıl olarak, yerinden-yerelden demokratik yollarla belirlenen işçi sınıfının, emekçi halkların ve diğer ezilen kimliklerin toplumsal ihtiyaçlarının karşılanması için kullanılmalıdır.
Ayrıca bu bütçe mevcut kanun ve düzenlemelerin ufkunu aşarak insan haklarına ve özgürlüklere saygılı olmalı, savaşı değil barışı hedeflemelidir.
Böyle bir bütçenin halkçılığı ve katılımcılığı, toplumun her kesiminin bu sürece doğrudan ve/veya örgütleri ile aktif katılımının sağlanması, bu kesimlerin sözlerinin dinlenmesi ve bütçe uygulamalarının bu kesimlerce denetlenmesiyle gerçekleşebilir.
Bu çerçevede başta işçi sınıfının ekonomik-demokratik örgütleri olan sendikalar olmak üzere, demokratik işçi kooperatifleri, demokratik meslek örgütleri, tüketici kooperatifleri, yereldeki halk meclisleri, komünler, kadın örgütleri, farklı inanç örgütleri, gençlik örgütleri ve engelliler doğrudan ya da örgütleri aracılığıyla böyle bir katılımcı bütçe hazırlama sürecine mutlaka karar alıcılar olarak katılmalıdır.
Dip notlar:
“Kara Cuma” dünyada şirketlerin satışlarını patlatarak kậrlarını artırdıkları bir kapitalist oyunun adı. Aynı zamanda halk açısından bir aldatmaca zira halk daha öncesinde şişirilmiş fiyatlardan büyük çapta yapılan indirimlere kanarak daha fazla tüketmeye yönlendiriliyor
MÜSİAD’ın asgari ücret önerisi iktidar bloğunun enflasyonla mücadele politikası ve beraberinde gelen mülksüzleştirme, kitlesel yoksullaştırma ve gelirin alt gelir gruplarından alınıp üst gelir gruplarına transferi projesi ile son derece uyumludur. Siyasal iktidarı arkasına almış olan sermaye sınıfı işçi sınıfına karşı belki de ülke tarihinde görülmemiş bir sınıf savaşını yürütüyor
Emekçilerin, halkın yanında yer alan iktisatçıların, akademisyenlerin enflasyon ve asgari ücrete yapılacak zam konusunu “beklenen-hedeflenen enflasyon, hangisi olmalı?” tartışmasına sıkıştırmadan analiz etmeleri ve daha da önemlisi yaşanabilir, çağdaş ve adil bir ücret düzeyi savunusu yapmaları gerekiyor
© Tüm hakları saklıdır.