07 Mart 2021
Bugünlerde siyasal iktidar bir hukuk ve ekonomi reformundan söz ediyor. Her ikisi konusunda da ne kadar samimi olduğu bir yana, 18 yıldır ülkeyi tek başına yöneten bir parti ve son dönemlerdeki ortağının böyle bir öneri ile gelmeleri, Cumhuriyet tarihinin en uzun iktidarda kalma anlamında ikinci sırada yer alan bir yönetimin bu 18 yıllık süreyi en iyimser bir değerlendirme ile boşa geçirdiğinin bir itirafı gibi.
Çünkü ülkenin hukuk, özgürlükler ve demokrasi anlamındaki notu 18 yıl öncesinin altında olduğu gibi, ekonomisi 2001 krizindekinden çok daha kırılgan ve krizlere çok daha eğilimli bir hale geldi. İşsizlik ve yoksulluk daha önce görülmemiş boyutlara erişirken, toplumun çok küçük bir kesimini oluşturan özellikle de yeni türedi zenginler ortaya çıktı. Alınan her önemli karar ve yapılan her büyük ihale artık bu az sayıda dolar milyarderi zenginin etkisi altında gerçekleşiyor.
Bir belirleme ile başlayalım. Türkiye ekonomisi 2013 yılından bu yana inişe geçti, özellikle de 2015 yılından beri ciddi sıkıntılar yaşıyor. Son dört yıllık süreçte, ekonomi sadece 2017 yılında yüksek cari açık ve büyük çaptaki Kredi Garanti Fonu (KGF) kredileriyle pompalanan tüketim harcamaları sayesinde yüksek bir oranda (yüzde 7,5) büyüyebildi.
Ancak böyle bir hormonlu büyüme sürdürülemezdi, nitekim sürdürülemedi ve ekonomi 2018 yılının ikinci yarısından itibaren sert bir biçimde inişe geçerek ciddi bir resesyon-daralma sürecine girdi. Büyüme 2018 yılında yüzde 3,0'a ve 2019'da binde 9'a kadar geriledi. (1) Son olarak 2020 yılındaki Covid-19 Salgınının etkisiyle ekonomi tam bir krize girdi.
Bu ayın başında TÜİK tarafından açıklanan 2020 yılı büyüme verisine göre ise ekonomi 2020 yılında yüzde 1,8 büyüdü. (2) Bu büyümede göze çarpan şey, milli gelir içinde en büyük paya sahip bulunan hizmetler sektörünün (yüzde 22,8) bu bir yılda yüzde -4,3 küçülmesi ve yüzde 22,4 pay ile ikinci büyük sektör konumundaki sanayi sektörünün sadece yüzde 2 büyümesi oldu. Yani Covid-19 Salgının etkisiyle hizmetler sektörü küçülürken, sanayi sektöründeki büyüme (üçüncü ve dördüncü çeyrekteki göreli toparlanmaya rağmen) çok cılız kaldı.
Sektörel bazda en yüksek büyüme hızını ise milli gelir içindeki payı yüzde 3,7 olan bankacılık ve sigortacılık sektörü sağladı (yüzde 21,4). Bunu bilgi ve iletişim faaliyetleri sektörü izledi (yüzde 13,7).
Büyüme verisi ile istihdam verisi arasındaki çelişki ise dikkat çekiyor. Çünkü ekonominin yüzde 1,8 büyüdüğü bu bir yıllık süreçte milli gelir ve toplam istihdamın önemli bir kısmını oluşturan ticaret-konaklama ve ulaştırma sektörlerinden oluşan hizmetler sektöründeki hem katma değer yüzde -4,3, hem de istihdam yüzde -8,2 azaldı. Keza yerleşik ve yerleşik olmayan hane halklarının hizmet tüketimi de yüzde -1,9 oranında düştü.(3) Ekonominin bütününde ise istihdam oranı yüzde 43'e kadar geriledi.(4)
Bu durum TÜİK verilerinin (iç tutarlılık anlamında) sorgulanmasını gerektiriyor. Ekonominin sürükleyici gücü konumundaki bir sektörde hem katma değer, hem de istihdam azalırken ekonominin büyümesi nasıl açıklanabilir? Böyle bir büyüme gerçek olsa dahi, işsizliğin bu kadar arttığı bir dönemde, istihdam azaltan böyle bir büyümeye sığınarak, “Salgına rağmen büyüdük” diyerek övünmek doğru mudur?
Bankacılık sektörü faaliyetlerinin yüzde 21,4 artması ülkede bir süredir izlenmekte olan para ve kredi politikalarının bir sonucu. Öyle ki emekçilerin gelirlerini yükselterek tüketim harcamalarını artırmak yerine, onları tüketici kredileriyle borçlandırarak toplam talep artırılmaya çalışılıyor.
Bu tespitimiz BDDK verileri tarafından da doğrulanıyor. Çünkü bu bir yıllık süreçte toplam bankacılık sektörü kredileri yaklaşık yüzde 35, tüketici kredileri yüzde 45 ve kredi kartları üzerinden yapılan harcamalar yüzde 30 arttı. (5)
Bir diğer faktör ithalattaki artışlar. Ülke ekonomisinin bu denli daraldığı bir dönemde ithalat artışı hız kesmedi ve yüzde 7,4 oranında arttı. Buna karşılık ihracat bunun iki katı kadar (yüzde 15,4) azaldı. Bu da cari açığı artırdı.
Kısaca ülkede hane halkı tüketim harcamalarının milli gelirin yüzde 56,4'ünü ve ithalatın yüzde 32,3'ünü oluşturduğu gerçeği de dikkate alındığında, iç kredilerdeki büyük çaptaki artışa ve cari açığa dayalı bir iktisadi büyüme stratejisinin hala ülkeyi yöneten iktidar bloku ve ardındaki sermaye çevrelerinin temel birikim stratejisi olmayı sürdürdüğü anlaşılıyor.
Böyle bir büyümenin sonucunda kişi başı milli gelirin sadece 8,599 dolarda kalması ise deyim yerindeyse “takkeyi düşürüp keli gösteren” bir durum.
Öyle ki kişi başı gelir, 2008 krizinin etkilerini taşıyan 2009 yılındaki 9,039 doların dahi altına düştü. Dahası kişi başı gelir 2013 yılında 12,519 dolardı. Yani, eşit dağılmasa da, kişi başı gelir ölçütü ile açıklanan ortalama insanımızın yaşam standardı 2013 yılından bu yana istikrarlı bir biçimde azaldı ve geçen yıl dip yaptı. Bundan daha kötüsü sadece 2006 yılında yaşanmış ve kişi başı gelir o yıl 7,906 dolarda kalmıştı.(6)
Diğer taraftan, bir gerçeğin daha altını çizmek lazım: Kapitalist ekonomilerde iktisadi büyümenin ölçütü olan kişi başı milli gelir büyümesinin toplumsal refahın iyi bir göstergesi olamayacağı artık ana akım iktisatçılar tarafından dahi kabul ediliyor.(7)
Çünkü iktisadi büyümenin gerçek anlamda toplumsal refahı artırabilmesi için kapsayıcı olması, ortaya çıkan refahın adil dağıtılması, nitelikli istihdam yaratması, gelir bölüşümünde adaleti sağlayıcı olması, yoksulluğu azaltması, toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamaya yardımcı olması, farklı kimlikler arasındaki eşitsizlikleri azaltması ve son olarak da ekolojiyi tahrip etmemesi gerekiyor. Bu bağlamda iktisatçılarca ve bazı uluslararası örgütlerce artık farklı toplumsal refah ölçümü göstergeleri öneriliyor.(8)
Bu bağlamda geçen yıl sağlanan ekonomik büyümenin işçilere, emekçilere gerçek anlamda bir kazanım sağlamadığı, aksine onlardan çok şey götürdüğü de anlaşılıyor. Öyle ki aynı TÜİK bültenine göre; işçilerin ücret biçiminde milli gelirden aldıkları pay 2019 yılında yüzde 34,8 iken, 2020 yılında yüzde 33,0'e geriledi. Buna karşılık kârların payı yüzde 47,5'ten yüzde 49,4'e yükseldi. (9) Kısaca ekonomi büyürken emeğin payı azaldı, sermayenin payı arttı.
Bir başka anlatımla, toplumsal ilerlemeyi ve toplumun iyi olma halini mutlak ve en yüksek ekonomik büyüme ile ilişkilendiren söylem ideolojik bir söylemdir, kapitalist kültürel hegemonyanın bir yansımasıdır. Bu metalaştırma ve doğanın tahribatı gibi insan toplulukları ve ekoloji için yıkıcı etkilere sahip bir süreci içeriyor.
Buna karşılık başta emekçilerin olmak üzere bir bütün olarak toplumun, bireyin ve doğanın ihtiyaçlarını önceleyen, üretim, tüketim ve dağıtımı buna uygun olarak yeniden tasarlanmış bir ekonomik sisteme ihtiyacımızın olduğu çok açık.
Bu anlamda geçen yıl çok daha yüksek oranlarda bir büyüme sağlanmış olsaydı dahi, yukarıdaki ölçütlere uygun olmayan bir büyümenin başta işçi sınıfı ve emekçiler olmak üzere yoksullara, ezilen kimliklere, kadınlara ve doğaya bir faydası olmazdı.
Covid-19 Salgını ile derinleşen ekonomik krizi daha öncekilerden farklı kılan, sadece hem arz, hem de talep yönlü şokların bir arada olması değil, aynı zamanda Türkiye ekonomisinin bu krize çok yüksek bir borç stoku ve dış borç geri ödeme programı altında yakalanmış olması.
Borç stokları açısından baktığımızda; Hazine ve Maliye Bakanlığı'ndan derlediğimiz verilere göre, ülkenin özel ve kamusal olmak üzere toplam borç stoku 7,5 trilyon lirayı buluyor. Bu da milli gelirin yüzde 150'sini aşıyor. Yani borç yükü ciddi olarak arttı. Bu borçların yüzde 63'ü iç, yüzde 37'si dış borçlardan; yüzde 73'ünden fazlası özel kesim ve yüzde 27'si kamu kesimi borçlarından oluşuyor.
Ancak bu borçlar içinde dış borçlar çok özellikli bir öneme sahip, zira bunlar döviz ile ödenecek olan borçlar. Geçen yılın üçüncü çeyreği itibarıyla 435,1 milyar doları bulan dış borç stokunun yaklaşık yüzde 70'i özel sektöre ait. Aynı yılın Kasım ayı itibarıyla yaklaşık 185 milyar dolarlık, bir yıl içinde geri ödenmesi gereken bir borç ve cari açığın fonlanması için gerekli miktarla birlikte toplamda 200 milyar doları aşan bir döviz ihtiyacı bulunuyor.
Küresel arzın daralması ve lojistik-ulaştırma hizmetlerinin aksaması hammadde fiyatlarını ciddi biçimde artırırken, bu durum ithalata bağımlı ihracatı olumsuz etkiliyor. (10) İlave olarak, Covid-19 yüzünden turizm gelirlerinde ortaya çıkan ciddi düşüş dış borç geri ödemesi için gerekli olan dövizin sağlanmasını zorlaştırıyor.
Geçen yıl siyasal iktidarın Merkez Bankası (MB) politika faizi oranını yüzde 8,25'te ve dolar kurunu 6,85'te tutma konusundaki ısrarı Merkez Bankası döviz rezervlerinin kamu bankaları aracılığıyla değerinin altından satılmasıyla ve beraberinde de bu rezervlerin erimesiyle sonuçlandı.
“Türkiye'nin hiçbir iç ya da dış kaynaklı kriz döneminde, (Şubattan Eylüle) 7 ayda olduğu gibi 75 milyar dolarlık rezervi eritilmedi. 2019 yerel seçimleri öncesinde Şubat ayından itibaren başlayıp, 2020 Eylül ayına kadar olan dönemde Merkez Bankası'nın net uluslararası rezervleri (NUR) 102 milyar dolar eridi. 16 milyar dolarlık diğer ülke swaplarının da sadece bilanço makyajı olduğu hesaba katılırsa 120 milyar dolara yakın bir döviz eritildiği açık”.(11)
Dünyada, gelişkin ekonomilerde bu yıl enflasyonun yükseleceği beklentisinin artması ve buna bağlı olarak ABD'deki 10 yıllık tahvil faizlerinin yükselmesi sonucunda TL'den çıkışlar hızlandı. Böyle gelişmelerin etkisini azaltacak bir döviz rezervi de olmayınca 7,0 TL'nin altına kadar düşmüş olan doların kuru bir haftada 7,50 TL'nin üzerine fırladı.
Kısaca, büyük çaptaki işsizlik ve reel ekonomideki küçülmenin yanı sıra; yüksek döviz kuru (geçen yılın Kasım ayında dolar kuru 8,50'yi geçmişti), yüksek resmi enflasyon (yüzde 15,6), yüksek faiz oranları (geçen yılın sonunda ortalama fonlama maliyeti yüzde 13'e dayanmıştı), yüksek bütçe açığı ( yüzde -3,5) ve yüksek cari açık (yüzde -5), düşük verimlilik ve düşük kârlılık gibi göstergeler ülke ekonomisinin her an bir borç krizi, devlet mali krizi ve olası bir bankacılık krizi ile karşı karşıya kalabileceğini gösteriyor.
Covid-19 Salgını nedeniyle artan sağlık harcamaları, ekonomiye (özellikle de sermaye kesimine) verilen mali destekler, otoriter rejimi tahkim etmeye hizmet eden güvenlik harcamaları ve yeterince artırılamayan kamu gelirleri devasa bir bütçe açığının ve Hazine nakit açığının doğmasına neden oldu. Bu açığın kapatabilmesi için yapılan emisyonların yanı sıra, TL, altın ve özellikle de döviz cinsinden iç borçlanmaya başvurulunca bu durum olası bir devlet mali krizi sürecinin de önünü açtı.
Toplanamayan, sık sık affedilen, uzlaşma yoluyla eksik alınan ve Covid-19 Salgını yüzünden indirim, erteleme biçiminde özel sektörden tahsil edilmeyen vergiler ve diğer mali yükümlülükler ciddi boyutlara ulaştı. Diğer yandan Salgın nedeniyle başta sağlık harcamaları olmak üzere, sermaye sınıfına verilen teşvikler, sübvansiyonlar, büyük inşaat ve enerji şirketlerinin kurtarılması için verilen mali desteklerde ciddi artışlar söz konusu oldu.
Bunlara bir de piyasa faizlerine göre daha ucuz faizlerle kredi ve düşük kurdan döviz sattıkları için kamu mevduat bankalarının yüzde 100'e yakın oranda azalan kârları (12), bir türlü düşürülemeyen ve çok büyük bir kısmı halkın refahı ile ilgili olmayan lüks devlet harcamaları, askeri harcamalar, iç güvenlik harcamaları ve Kamu Özel İşbirliği (KOİ) altında yapılan büyük alt yapı projelerinin bütçeye getirdiği yükler dâhil edildiğinde durum daha da kötüleşti.
Devlet maliyesindeki bu gelişmelerin sonucunda, özel ekonominin yanı sıra devlet de artık mali kriz potasına girmiş durumda. Sırasıyla; bütçe açığı, Hazine nakit açığı, kamu borçlanması ve faiz ödemeleri ciddi biçimde artış gösteriyor. Öte yandan olası bir devlet mali krizi kamu maliyesinin sınırları içinde kalmayacak ve bankacılık krizini de tetikleyebilecektir.
2003 yılından 2013 yılına kadar dünyadaki parasal genişleme konjonktüründen de yararlanılarak elde edilen bol dış kaynak girişi ile fonlanan ve ağırlıklı olarak inşaat, emlak, alt yapı ve finans sektörlerinde yüksek rantları hedefleyen bir servet ve sermaye birikimi esas alındı. Özelleştirmeler, devletin düzenlemelerden çekilmesi, işçileri güvencesizleştirme ve borç stoklarını daha da artıran finansallaşma bu stratejinin ana ayaklarını oluşturdu.
Ancak bu strateji (politik ve jeo-politik faktörlerin yanı sıra), 2013 yılından itibaren Fed'in uyguladığı parasal sıkılaştırma politikalarından fazlasıyla etkilenen uluslararası sermaye hareketlerinin de tersine dönmesiyle (ülkeden sermaye çıkışlarının artması biçiminde) sorunlar yaşamaya başladı ve ülkenin bugün yaşamakta olduğu çoklu krizlerin içine girmesine neden oldu.
Bu süreçte (güvenilirliği tartışmalı) resmi verilere göre dahi, Türkiye ekonomisinin büyümesi çok yavaşladı. İşsiz sayısı ülke tarihinde görülmemiş ölçüde arttı, devasa istihdam kayıpları yaşandı. Gelir dağılımı daha da kötüleşirken, yoksulluk artık yardımlarla giderilemeyecek bir biçimde toplumsallaşarak derin bir yoksulluğa dönüşmeye başladı. Yüksek enflasyona, yüksek faiz oranlarına ilave olarak ülke parasının değeri hızla düştü, doların kuru tarihsel zirveleri görürken, Merkez Bankasının rezervleri eriyerek net rezervler eksiye döndü.
Kısaca, “resesyona” ilave olarak, “ödemeler dengesi-döviz krizi” ortaya çıktı. Özel sektörün dış borç krizi ve bankacılık krizi şeklindeki “finansal kriz” riski arttı. Son olarak, Covid-19 Salgını ile birlikte devlet borç stoklarının daha da artmasıyla birlikte devleti de bir mali kriz içinde sürükleyen bir süreç başladı.
Bir başka deyişle, 18 yılın sonunda ülkede sadece ciddi bir ekonomik kriz-finansal kriz değil, aynı zamanda sosyal ve politik kriz ve yakın gelecekte kendini çok daha derin hissettirecek olan bir ekolojik kriz riski söz konusu.
Ancak Türkiye ekonomisini krize sokan dinamikleri sadece ekonomi ile ilgili faktörlerle açıklamak doğru olmaz. 2013 yılından bu yana ülkede yaşananlar dikkate alındığında, ekonomik faktörler kadar, ekonominin ve siyasetin kötü yönetilmesi ve artan politik ve jeopolitik kriz riskinin de ekonominin krize sürüklenmesinde etkili olduğu görülüyor.
Bu süreçte Türkiye ekonomisini krize sokan dört dinamik sırasıyla şunlar oldu:
(i) Türkiye ekonomisinin (gelişkin ekonomilerdekinden farklı olarak) krize girmesine neden olan özgün faktörler ya da dinamikler söz konusu. Bu farklılaşmanın nedeni Türkiye ekonomisinin emperyalist-kapitalist sisteme eklemlenme biçimi. Öyle ki geç kapitalistleşmiş bir ülke olarak Türkiye, küresel sermaye hareketlerindeki büyük çaptaki dalgalanmaların, gidiş gelişlerin sonucunda, belirli aralıklarla krize giriyor. 2001 ve 2018 krizleri bunun somut örnekleri.
Ülke ekonomisini krize sokan iktisadi dinamikleri anlayabilmek için kapitalizm altındaki “para-sermaye-yatırım-üretim” hareketlerini anlamak, daha doğrusu “sermaye çevrimlerine” bakmak gerekli. Şöyle ki Türkiye ekonomisi, sermaye birikim döngüsünün daha başında, üretim ve ihracatta ithalata bağımlı olduğu gibi, para sermaye (kredi) açısından da yabancı kaynağa ihtiyaç duyuyor. Bu kaynak yeterince gelmeyince, tam tersine diğer koşulların tetiklemesiyle para sermaye dışarıya çıkmaya başlayınca, ülke kendini “ödemeler bilançosu krizi”, “döviz krizi” ve sonuçta “finansal krizlerle” karşı karşıya buluyor. Bu da resesyonların tetikleyicisi oluyor.
(ii) “Kürt sorununu” çözmeye yönelik olarak başlatılan müzakereye dayalı çatışmasızlık sürecinin 2015 yılından itibaren sona erdirilmesi, müzakerenin yerini tekrar savaş konseptine bırakması ve ülkenin siyasetiyle ve ekonomisiyle de Suriye'deki savaşın da bir parçası haline gelmesi iktisadi durgunluğu ve krizi tetikledi. Zira bu sürekli savaş durumu hem genel olarak ekonomiyi, hem de devlet bütçesini olumsuz etkiliyor, iktisadi krizin dinamiklerini de aktif hale getiriyor.
(iii) 2002 genel seçimlerinin hali hazırda ülkeyi yöneten iktidar tarafından kazanılmasının en önemli etkenlerinden olan Cemaat (FETÖ) -AKP ittifakının dağılması 15 Temmuz Başarısız Darbe Girişimi ile sonuçlandı. Bu girişimin ardından ilan edilen OHAL uygulamaları ise mevcut politik krizi iyice belirgin hale getirirken, aynı zamanda da ülke ekonomisinin yumuşak karnı niteliğindeki sermaye çıkışlarına, ekonomiye olan güven yitimine ve yatırımların durmasına yol açtı.
2017'deki Anayasa değişikliğinden itibaren hayata geçirilen ve parlamenter demokrasiyi fiilen işlevsiz kılan Partili Cumhurbaşkanlığı Sistemi, ileri sürüldüğünün aksine, ekonomik sorunları daha da derinleştirdi ve ekonomi krizden krize sürüklendi.
(iv) Son olarak, Covid-19 Salgını ekonomideki kriz dinamiklerini iyice belirginleştirdi. Küresel çaptaki arz ve talep yönlü şoklar ve ekonomideki kapanmalar ve krizin yönetimindeki yanlışlıklar Salgın öncesinden gelen ekonomik sorunları iyice derinleştirerek ülkeyi içinden çıkılması zor ve uzun yıllar alacak olan bir derin ekonomik krize soktu. Bu gelişmelerin sonucunda giderek daha da otoriter bir karaktere bürünen rejim, başta iktisadi kriz olmak üzere, ülkenin karşı karşıya bulunduğu çoklu krizlerinden çıkılabilmesinin önündeki en büyük engeli oluşturuyor.
Dipnotlar
https://www.dunya.com/finans/haberler/kamu-mevduat-bankalari-kar-edemedi-haberi (3 Mart 2021).
Son haftalarda Türkiye, Esad rejiminin Ankara ile ilişkileri normalleştirme çabalarını reddetmesinin ardından isyancı örgütlere yeşil ışık yaktı. Elde edilen sonuç dikkate alındığında, bundan böyle Türkiye muhtemelen ülkedeki en etkili dış aktör olarak ortaya çıkacaktır
“Kara Cuma” dünyada şirketlerin satışlarını patlatarak kậrlarını artırdıkları bir kapitalist oyunun adı. Aynı zamanda halk açısından bir aldatmaca zira halk daha öncesinde şişirilmiş fiyatlardan büyük çapta yapılan indirimlere kanarak daha fazla tüketmeye yönlendiriliyor
MÜSİAD’ın asgari ücret önerisi iktidar bloğunun enflasyonla mücadele politikası ve beraberinde gelen mülksüzleştirme, kitlesel yoksullaştırma ve gelirin alt gelir gruplarından alınıp üst gelir gruplarına transferi projesi ile son derece uyumludur. Siyasal iktidarı arkasına almış olan sermaye sınıfı işçi sınıfına karşı belki de ülke tarihinde görülmemiş bir sınıf savaşını yürütüyor
© Tüm hakları saklıdır.