12 Ekim 2020
Geçtiğimiz hafta her zamanki gibi ekonomi açısından önemli şeylerin olduğu yoğun bir hafta olarak kayıtlara geçti. Dolar tarihi bir zirve yaptı ve 8 lirayı zorladı. Piyasada ise zaten 8 liranın üzerinde işlem görüyordu. Kurdaki bu artışı durdurabilmek için Merkez Bankası döviz karşılığı TL swap piyasasında TL faiz oranını yüzde 10,25'ten yüzde 11,75'e yükseltti.(1) Bunun sonucunda kur 7,87'ye kadar geriledi. Ancak bu noktada durmayacağı belli zira hem kur artışına neden olan ekonomik ve politik faktörler, hem de güven sorunu başta olmak üzere psikolojik faktörler hala devrede.
Döviz cephesinde durum böyle iken, devlet maliyesini ilgilendiren iki önemli gelişme yaşandı. İlk olarak bir yasa teklifi ile Hazine'nin borçlanma yetkisi bu yılın başından geçerli olmak üzere iki katına çıkartıldı.(2) Böylece bu yılın ilk 7 ayında limiti yüzde 50'den fazla aşılan borçlanma miktarı bu yetki ile bu yılın sonunda 307 milyar liraya çıkmış olacak.
Hatırlayalım 2020 Merkezi Yönetim Bütçesinde bu yıl bütçe açığının yaklaşık 139 milyar lira olması öngörülmüştü. Buna uygun olarak mevzuat gereği en fazla 154 milyar liralık borçlanma yapılabilecekti. Ancak daha yılın ilk 8 ayında bu açığın yüzde 80'inin gerçekleşmesi, açığın öngörülenin iki katına çıkabileceğini ortaya koydu. Hali hazırda borçlanma limiti aşılınca da, hem bu durumu mevzuata uydurabilmek, hem de yılın geri kalan kısmında rahatça borçlanabilmek için borçlanma limiti iki katına çıkartıldı.
İkinci olarak (aynı yasa teklifi ile), devlet bütçesinin işleyişinde, ortaya çıkaracağı sonuçlar itibarıyla çok önemli bir değişiklik yapıldı ve 2006 yılından bu yana uygulamada olan bütçe sistemi "Performans Esaslı Program Bütçe" adı verilen ve dünyada bir başka örneği olmayan bir bütçeleme sistemine dönüştürüldü.
Bu değişiklikle, Orta Vadeli Program uyarınca önümüzdeki yıl yaklaşık 1,4 trilyon lira olarak öngörülen toplam Merkezi Yönetim Bütçesi ödeneğinin nerelerde kullanılacağı artık sadece genel olarak görülebilecek, bu harcamaların hangi projelerle ilişkili oldukları ise tam olarak bilinemeyecek.
Çünkü ödeneklerin "fonksiyonel sınıflandırma" adı altındaki sınıflandırılmasından vazgeçiliyor, böylece ödeneklerle onların bağlandığı işlevlerin ilişkisi kesiliyor, yani bu ödeneklerin hangi işlevler için kullanıldığının görülmesi zorlaştırılıyor.
5018 Sayılı Kanunun 15. Maddesi son değişiklikten önce aşağıdaki gibiydi:
"(Ek fıkra: 29/6/2012-6338/10 md.): Merkezî yönetim bütçe kanununun gider cetvelinin bölümleri, analitik bütçe sınıflandırmasına uygun olarak fonksiyonlar şeklinde düzenlenir. Fonksiyonlar birinci, ikinci, üçüncü ve dördüncü düzeyde alt fonksiyonlara ayrılır.
(Ek fıkra: 29/6/2012-6338/10 md.) İlgili mevzuatta giderlere ilişkin olarak yer alan "Fasıl ve bölüm" deyimleri fonksiyonel sınıflandırmanın birinci düzeyini, "Kesim" deyimi fonksiyonel sınıflandırmanın ikinci düzeyini, "Madde" deyimi fonksiyonel sınıflandırmanın üçüncü düzeyini, "Tertip" deyimi kurumsal, fonksiyonel ve finansman tipi kodların bütün düzeyleri ile ekonomik sınıflandırmanın ilk iki düzeyini, borç ödemeleri yönünden "ilgili hizmet tertibi" deyimi borç konusu hizmetlerin yürütüldüğü ilgili tertipleri ifade eder".(3)
Yeni düzenleme ile (Madde 3) bu maddedeki; "sınıflandırmasına uygun olarak fonksiyonlar şeklinde, Fonksiyonlar birinci, ikinci, üçüncü ve dördüncü düzeyde alt fonksiyonlara ayrılır, 'Fasıl ve bölüm' deyimleri fonksiyonel sınıflandırmanın birinci düzeyini, 'Kesim' deyimi fonksiyonel sınıflandırmanın ikinci düzeyini, 'Madde' deyimi fonksiyonel sınıflandırmanın üçüncü düzeyini, fonksiyonel, kodların" ifadeler çıkartıldı.
Aynı şekilde Kanunun 9. Maddesindeki (Ek fıkra: 24.7.2008-5793/30 md) yapılan değişiklikle (yeni düzenlemede 1. Madde), daha önce kamu idareleri, program bütçeye uygun olarak yürütecekleri faaliyetler ve projeler ile bunların kaynak ihtiyacını, amaç, hedef ve performans göstergelerini içeren performans programı hazırlar" şeklindeki metinde "projeler" terimi çıkartıldı.
Bu değişiklikler, her ne kadar kanun teklifinin gerekçesinde "şeffaflık ve saydamlığın" sağlanması olarak savunulsa da, tam tersi sonuçları ortaya çıkartacak. Bu değişikliğin neden olacağı karartma yüzünden onlarca milyar liralık ödeneğin hangi projelere yapıldığı bilinemeyecek.
Somut bir örnek verirsek; bu yeni uygulama altında, salgın süresince dahi ödemeleri hiç aksatılmayan şehir hastanelerinin ya da köprü ve hava limanı işletmelerinin müteahhit firmalarına bundan böyle ne kadar ödeme yapıldığını, ya da yapılacağını görebilmek mümkün olmayacak.
Bu durum ayrıca devlete ait tüm ödeneklerin ve gelirlerin Meclis adına denetiminden sorumlu Sayıştay'ın da fiilen denetim yapmasını imkânsız kılacak. Böylece kamu idarelerine ait Sayıştay denetim ve değerlendirme raporlarında yer alan ve son günlerde çok ses getiren ciddi usulsüzlük tespitlerine(4) bundan böyle rastlamak pek mümkün olamayacak. Kısaca, Partili Cumhurbaşkanlığı Sistemi ile iyice daraltılmış olan "Bütçe Hakkı'nın ruhuna da Fatiha okunmuş olacak.
Oysa özellikle de Korona salgını sonrasında, yolsuzluklarla mücadele etmenin hemen tüm dünyada öncelikli görevler arasında kabul edildiği bir anda, dünyada 13. yüzyıldan bu yana mevcut olan bütçe hakkının bir gereği olarak; böyle 1,4 trilyon liralık bir kamusal kaynağın nasıl kullanılacağına ilişkin olarak toplumun bütününün rızasının alınması ve bu kaynağın her aşamada sıkı bir biçimde denetlenmesi, üretenlerin, değeri yaratanların, vergi mükelleflerinin, özcesi ülkede yaşayan herkesin, doğrudan ya da dolaylı mekanizmalar aracılığıyla ödedikleri vergilerin nerelere harcandığını ya da harcanmadığını denetleyebilmeleri en başta gelen yurttaşlık hakkıdır.
Diğer yandan Türkiye, özellikle de son yıllarda olmak üzere, uluslararası bir örgüt tarafından düzenlenen ve dünyada bütçe hakkının kullanımını gösteren çalışmada 100 üzerinden sıfır puan alan (bütçe kararlarına halkın katılımı anlamında) bir ülke olarak tarihe geçiyor.(5)
Yani yönetsel, yasa/mevzuat hazırlama ve etkin denetleme düzeyinde halkın doğrudan ya da etkin dolaylı katılımından söz edilemiyor. Yukarıdan aşağıya aşırı merkeziyetçi ve bürokratik bir biçimde örgütlenmiş olan bütçe süreci söz konusu olduğundan halk bu kararlara katılamıyor.
Raporda, Türkiye'de 2012 yılından bu yana bütçe öncesi hazırlanması/paylaşılması gereken belge ya da dokümanların ya hiç hazırlanmadığı ya da geç hazırlandığı bilgisi de mevcut.
Kısaca halktan toplanan vergiler ve diğer kamu gelirleri bir süredir başta Savunma Sanayi Destekleme Fonu, Başbakanlık Tanıtma Fonu, Başbakanlık Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu, Özelleştirme Fonu, Destekleme ve Fiyat İstikrar Fonu gibi bütçe dışı fonlar ve İşsizlik Sigortası Fonu aracılığıyla gerçek bir denetimden uzak bir biçimde kullanılıyor.
Ayrıca "Diğer Bütçe Giderleri" adı verilen ve tanımlanması zor hesaplara kaydedilen giderler giderek genel bir uygulamaya dönüştü. Örnek vermek gerekirse 2016 yılı bütçe giderlerinin toplam 55,1 milyar lirası ve 2017 yılında 65 milyar lirası "diğer giderler" kaleminden yapıldı. Bu kadar büyük bir kamu kaynağının nereye harcandığı ise bilinmiyor. Oysa bu boyutta bir harcamanın tahsis edildiği alanlara ilişkin daha ayrıntılı ve doyurucu bilgilerin vatandaşlara sunulması, özellikle mali saydamlık açısından, büyük önem arz ediyor. (6)
Rakamsal olarak ele alındığında bu gider kalemine kaydedilen harcamalar toplam harcamaların yüzde 10'una karşılık geliyor (1 trilyon liralık bir bütçede 100 milyar lira demek oluyor).
Detaylandırırsak, 2017 Bütçesinde: Cari Mal ve Hizmet Alımları Giderleri içindeki "Üretime Yönelik Mal ve Hizmetlerin" yüzde 30'u, Yasal Giderlerin yüzde 44'ü, Müşavir Firma ve Kişilere Yapılan Ödemelerin yüzde 59'u, Diğer Hizmet Alımlarının Diğer Kategorisinin (diğerin diğeri) yüzde 87'si, Sosyal Amaçlı Transferlerin yüzde 99,8'i, Sermaye Giderleri (Yatırım) kategorisindeki "Müşavir Firma ve Kişilere Yapılan Ödemelerin" yaklaşık yüzde 20'si, Müteahhitlik Giderlerinin ise yüzde 34'ü bu kategori altında muhasebeleştirildi.
Böyle bir karartma altında, örneğin üretime yönelik mal ve hizmetlere ilişkin harcamaların önemli bir kısmının hangi mal ve hizmetler için yapıldığının bilinmesi çok zor.
Cari Transferler içinde milyarlarca liralık bir büyüklüğü temsil eden "Sosyal Amaçlı Transferler" kaleminden yapılan ödemeler için de benzer bir durum söz konusu. Çünkü bu kategorideki harcamaların tamamına yakın kısmı "Diğer Sosyal Amaçlı Transferler" olarak hesaplara alınıyor ve böylelikle bu harcamaların hangi gelir gruplarına tahsis edildiği konusunda da bilgi edinmek mümkün bulunmuyor.
Bir diğer yaygın kaynak aktarma ya da harcama gizleme yöntemi ise Genel Bütçeli Kuruluşlardan "Kâr Amacı Gütmeyen Kuruluşlara" yapılan transferlerde kendini gösteriyor. Sayıştay, 2019 yılı Genel Faaliyet Raporunda, bu duruma ilişkin itirazını şöyle belirtiyor:
"Bu kapsamda yardım yapılan kurum ve kuruluşların faaliyetlerine ilişkin herhangi bir bilgiye yer verilmeksizin sadece yardım yapılan idareler açıklanmaktadır."(7)
Çoğunluğu tarikat örgütlenmesi ya da iktidar yanlısı düşünce kuruluşu niteliğindeki bu kuruluşlara 2019 yılında, 92 kamu kurumundan toplamda 6,2 milyar liranın üzerinde bir karşılıksız transfer yapıldı (8):
"Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'nın Sayıştay raporlarına yansıyan mali tablolarında bazı kurumlara, 'Kâr Amacı Gütmeyen Kurumlara Yapılan Transferler' adı altında 2, 441 milyar lira; Dışişleri Bakanlığı bünyesindeki Avrupa Birliği Başkanlığı'ndan aynı yolla 896 milyon lira; Gençlik ve Spor Bakanlığı'ndan 195,8 milyon lira; Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı'ndan 393 milyon lira; Hazine ve Maliye Bakanlığı'ndan 800 milyon lira; Kültür ve Turizm Bakanlığı'ndan 176,9 milyon lira; Sağlık Bakanlığı'ndan 139 milyon lira aktarıldı."
5018 Sayılı Kanunda yapılan yukarıda yer verdiğimiz son değişiklikle; artık detaylarının görülebilmesi imkânsız hale geleceğinden, harcamaların denetlenebilmesi imkânı ortadan kalkarken, yasallığı son derece tartışmalı olan bu tür harcamalar yasal bir kılıfa da kavuşturulmuş olacak.
Aslında kamu harcamalarının giderek denetlenemez bir hale dönüştürülmesi olgusu, özellikle 2015 yılından bu yana yaşanan politik sürecin bir sonucu. Bu bağlamda 15 Temmuz Darbe Girişimi'nin ardından acilen T. Varlık Fonu'nun kurulması ve ardından hepimize ait olması gereken varlıkların bu fona devredilmesi tesadüf değil. Çünkü bu fon kurulan "yeni" rejimin tahkimindeki en önemli finansman kaynaklarından birini oluşturuyor.(9)
Hiçbir kamu kurumu ya da otoritesi tarafından denetlenemeyen ve bünyesinde kamu bankaları dâhil 20 kamu şirketini bulunduran bu fonun net kârının, 2019'da bir önceki yıla göre yüzde 48,3 düşüşle 8,8 milyar liraya, buna karşılık finans sektörü dışı toplam borcunun yüzde 46 artışla 284,2 milyar liraya yükselmiş olması (10) bu iddiayı kuvvetlendiriyor.
Keza T. Varlık Fonu'nun, altın başta olmak üzere, 20'ye yakın madenin çıkartılması ve işlenmesi ve tüm madencilik faaliyetlerini tekeline almak için Maden Holding adı altında bir holding kuracak olması, bu bağlamda yılda 100 ton altın çıkartmayı hedeflemesi(11) bu kurumun mevcut rejim için yeni kaynak yaratmak ve bunu istediği gibi tahsis etmek anlamında çok önemli bir kurum olduğunu gösteriyor.
Bir kez daha bu kurumun denetlenemez nitelikte olduğu hatırlandığında, böyle bir denetim dışı bırakılma ile rejimin oligarşik karakteri arasındaki güçlü bağ ortaya çıkıyor.
Aynı şekilde şu ana kadar 375 milyar liralık bir krediye kefalet veren Kredi Garanti Fonu'nda (KGF) yapılan bir operasyonla yönetimde ağırlığın Hazine temsilcilerine geçmiş olması da (12) son derece çarpıcıdır.
Son olarak, TÜİK gibi ülke ekonomisi ile ilgili zaruri sosyal ve ekonomik verileri üretmekten sorumlu konumdaki bir kamu kurumun güvenirliğini iyice yitirmesi ve Merkez Bankası gibi ülkede başta faizler olmak üzere para politikasını belirlemek ve yürütmekten sorumlu kuruluşun bütünüyle siyasal iktidarın yönlendirmesiyle kararlar alır bir duruma geldiği gerçeği de dikkate alındığında 5018 Sayılı Kanunda yapılan bu değişikliğin sıradan bir değişiklik olmadığını ve 2016 yılından bu yana tesis edilen otokratik rejimin bir gereği olduğunu gösteriyor.
Kısaca artık, 18 yıl önce neo-liberal ve yeni neo-muhafazakâr söylemlerle iktidar olan ancak bugün rejimi siyasal İslamcı ve mutlak otoriter bir yapıya dönüştüren AKP hükümetlerinin o dönem en çok başvurdukları kavramlar olan "Yönetişim" ve İleri Demokrasi kavramları da rafa kaldırılıyor. Rejim fiili bir tek adam rejimine dönüşüyor.
Yönetişim, neo-liberal iktidarların özellikle de ilk dönemlerinde sıkı sıkıya sarıldıkları ve çeşitli mekanizmalar aracılığıyla başta işçi sınıfı olmak üzere diğer emekçi kesim ve kategorileri bölüşüm ve yeniden bölüşüm ilişkilerinde etkisiz kılarak, bir bütün olarak toplumun geleceğini sermaye sınıfının egemenliğine mutlak olarak teslim eden bir siyasal iktidar modeli demek.
Bu kavram söylemde, yönetimi; devlet dışındaki aktörleri de (sivil toplum örgütleri, şirketler, piyasalar vb) kapsayacak şekilde, yani "birlikte yönetme", "hükümet olmadan yönetme" anlamında tanımlıyor ve demokrasi ile bağını katılımcılık, açıklık, şeffaflık gibi tamamlayıcı özellikler ile kuruyor. Buna göre devlet " kürek çekmeyen, dümen tutan" bir devlettir.(13)
Bugün artık bu içi boş, ancak kulağa da hoş gelen Yönetişim kavramının dahi çok gerisinde bir yerdeyiz. Mevcut rejim, üzerindeki yönetişim ya da söz de sivil ve çoğulcu örtüsünü arttı ve tekçi, tam merkeziyetçi ve mutlak otoriter bir yapıya dönüştü.
Diğer taraftan gerek borçlanma limitinin artırılması, gerekse de bütçe yasasındaki son değişiklik bir süredir dillendirdiğimiz "devletin mali krizinin" derinleşmekte olduğunu da gösteriyor.
Çünkü yılın ilk 7 ayında borçlanma limitini tamamlamış olan siyasal iktidar, yakın geleceği de öngörerek, bu limiti iki katına çıkartmak zorunda kaldı. Uluslararası finans kapitalin ve onun sözcüsü konumundaki IMF ve Dünya Bankası gibi örgütlerin savundukları "mali kural", "faiz dışı fazla", "mali saydamlık" gibi Yönetişimin alt kavramlarına bağlılığın hiçbir öneminin kalmadığı, derindeki ihtiyaçların ve çatışmaların siyasal iktidarlara yön verdiği bir dönemden geçiyoruz. Bundan böyle iktidarların davranışlarını pragmatizm ve oportünizm gibi kavramlarla açıklamak daha doğru olacaktır.
Ancak pragmatizm ve sınıfsal çıkarlarını kollamak anlamında fırsatçılık da çare olamayacak. Zira bu korku filminin henüz son bölümüne gelmiş değiliz. Borç batağına sürüklenmekte olan Hazine'nin bunu nasıl aşacağı bir sorun iken, bu durumun bir bütün olarak finansal sistem üzerinde ne tür etkiler yaratacağı en az ilki kadar önemli bir diğer sorun.
Henüz finansal krizi ve bunun biçimlerini konuşmuyoruz. Oysa 2018 yılında ilki yaşanan döviz krizi bu yıl tekrar ortaya çıktı. Bu süreçte Merkez Bankası'nın döviz rezervlerinin eritilmesi pahasına atılan adımlar dövizin ateşini söndüremedi, liranın hızlı diğer kaybını önleyemedi.
Bir de yükselen döviz kurunun iyice derinleştirdiği dış borç krizi söz konusu. Bu krizin patlaması şimdilik, özellikle de enerji ve inşaat alanında devletin yaptığı şirket kurtarmalarıyla ve bankaların bilançolarında yapılan makyajlarla önlenmiş gibi görünüyor. Devletin dış borç düzeyi ise henüz kırmızı çizgide değil.
Ancak özel sektörde kârların ve kârlılığın giderek azaldığı, bu nedenle de özellikle döviz cinsinden borçların iyice artmasının neden olacağı büyük iflaslar bankalar için çok büyük bir risk oluşturuyor.
Ayrıca yeniden artışa geçen faiz oranları, Hazine'nin bir süre sonra piyasa yapıcı bankalara olan borçlarını geri ödemede karşılaşabileceği sorunlar bu riski ciddi bir batış tehlikesiyle sonuçlandırabilir. Çünkü eldeki devlet borçlanma senetlerinin değerlerinin iyice düşmesi bankaların varlıklarının kötüleşmesine, bu da bilançolarının bozulmasına ve giderek öz sermayelerinin erimesine neden olabilir.
Mevduat sahiplerinin ani biçimde bankalardan paralarını çekmek istemeleri durumunda likidite sorunu da yaşayabilecek olan bankaların bu durumu sistemik bir bankacılık kriziyle sonuçlanabilir. Böyle bir durumda bankalar hem mevduat sahiplerine, hem de diğer alacaklılara ödeme yapamaz duruma düşebilirler.
Distopya gibi algılanacak bu öngörülerin yabana atılmaması gerekiyor. Çünkü kapitalizm tarihinde özellikle geçtiğimiz yüzyılda bunları yaşadık. 1970 yılından bu yana "İkiz Krizler" ve "Üçüz Krizler" adı verilen çok sayıda finansal kriz yaşandı. Türkiye'deki en çarpıcı örnek ise 2001 krizi sonrasında 25 bankanın batmasıydı.
Bir IMF çalışmasına göre (14); dünyada 1970 - 2011 yılları arasında toplam 147 bankacılık krizi yaşandı. Ülkelerin birçoğu birden fazla kriz gördüler. Bu bankacılık krizleri döviz krizleri ve dış borç krizleriyle birlikte yaşandı.
Bu bağlamda literatürde İkiz Kriz dendiğinde örneğin bankacılık krizi ve döviz krizinin; döviz krizi ve dış borç krizinin ya da bankacılık krizi ve dış borç krizinin bir arada görülmesi anlaşılıyor. Döviz krizi, dış borç krizi ve bankacılık krizinin bir arada yaşandığı krizlere ise Üçüz Kriz adı veriliyor. Üçüz Kriz şu ana kadar sadece 8 ülkede görülmüş olsa da, Korona Salgını ile birlikte yeniden ortaya çıkması olasılığı çok yüksek
Sistemik bir bankacılık krizinin, döviz krizinin patlak vermesinden sonraki 3 yıl içinde ortaya çıktığı da aynı çalışmanın bulguları arasında yer alıyor. Döviz krizi ise bir ülkenin ulusal parasının ABD doları karşısında yüzde 30 değer kaybetmesi ve önceki yıla göre bu değer kaybının 10 puandan fazla olması halinde ortaya çıkan bir kriz olarak tanımlanıyor.
Bu ölçüte göre Türkiye'deki durum şu: 1 Ocak 2019 tarihinde dolar 5,3 lira; 1 Ocak 2020'de 5,95 lira ve 10 Ekim 2020'de 7,87 lira idi. Yani geçen yıl liranın dolar karşısındaki değer kaybı yüzde 13'e yakın, bu yıl ise yüzde 32'nin üzerinde.
Özetle, Türkiye teknik olarak döviz krizi durumu yaşıyor. Bunun dış borç krizi ve sistemik bir bankacılık krizine hangi koşullarda dönüşebileceği, bu krizin diğer nedenlerinin neler olduğu, siyasal iktidarın ve bankacılık sektörünün buna karşı hazırlıklı olup olmadığı gibi hususlarsa daha sonraki yazıların konusu olacak.
Dipnotlar:
(1) "Dolar: Merkez Bankası TL'nin swap faizini artırdı, rekor kıran kur düşüşe geçti", https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye (9 Ekim 2020).
(2) 2/3113 Esas Numaralı Kamu Malî Yönetimi ve Kontrol Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Teklifi (9 Ekim 2020).
(3) 5018 Sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrolü Kanunu (24 Aralık 2003).
(4) https://www.evrensel.net/haber/415606/sayistay-saptadi-devleti-soyuyor-borcunu-odemiyor (4 Ekim 2020).
(5) https://www.internationalbudget.org/open-budget-survey (2017).
(6) KOÇ, EAF, TÜSİAD, Merkezi Yönetim Bütçesi Takip Raporu III- 2018/I Bütçe Uygulama Sonuçları.
(7) C. Sayıştay Başkanlığı, 2019 Yılı Faaliyet Genel Değerlendirme Raporu (Eylül 2020), s. 16.
(8) Murat Ağırel, "Milyarlar havada uçuşuyor... Altı milyar iki yüz on altı milyon TL", https://www.yenicaggazetesi.com.tr (10 Ekim 2020).
(9) "Yeni Rejimin Siyasi ve Mali Ayağı Bağlamında Varlık Fonu Paneli", KESK, (14 Nisan 2018), s. 80-81.
(10) https://www.sozcu.com.tr/2020/ekonomi/varlik-fonunun-kari-2019da-yuzde-483-dustu (8 Ekim 2020).
(11) Hazal Ateş, "Maden Holding geliyor", https://www.sabah.com.tr (5 Ekim 2020).
(12) https://www.dunya.com/finans/haberler/kgf-yonetimine-hazine-damgasi-haberi (11 Eylül 2020).
(13) Sonay Bayramoğlu, Yönetişim Zihniyeti, İletişim Yayınları, 2005, s. 29.
(14) Luc Laeven and Fabián Valencia, "Systemic Banking Crises Database: An Update", IMF Working Paper 12/163 (June 2012).
Suriye’nin işgalinin bölgedeki jeopolitik ve Suriye’nin komşularının iç siyasetlerine etkileri açısından büyük etkileri ve sonuçları olacağı açık
Son haftalarda Türkiye, Esad rejiminin Ankara ile ilişkileri normalleştirme çabalarını reddetmesinin ardından isyancı örgütlere yeşil ışık yaktı. Elde edilen sonuç dikkate alındığında, bundan böyle Türkiye muhtemelen ülkedeki en etkili dış aktör olarak ortaya çıkacaktır
“Kara Cuma” dünyada şirketlerin satışlarını patlatarak kậrlarını artırdıkları bir kapitalist oyunun adı. Aynı zamanda halk açısından bir aldatmaca zira halk daha öncesinde şişirilmiş fiyatlardan büyük çapta yapılan indirimlere kanarak daha fazla tüketmeye yönlendiriliyor
© Tüm hakları saklıdır.