16 Kasım 2020

Bir kitabın izinde: Bulutlar geçiyor, hayat geçiyor

Kitapta Yalçın Doğan'ın rehberliğinde medya tarihine damga vurmuş gazete bürolarına, bir dönemin en önemli siyasetçilerinin evlerine, bir darbeciyle mesleği savunmak için verdiği mücadeleye tanıklık ediyorsunuz

"12 Eylül günlerinde CHP Genel Başkanlığı'ndan istifa etmesi üzerine evine akın eden hiçbir partiliyi kabul etmiyordu. İstifasından birkaç gün sonra Ecevit'e gittim. İstifa ettikten sonra kendisiyle ilk görüşenlerden biri belki de bendim. Neden istifa ettiğini sorduğumda bana şunları söyledi: Askerlerin kararları belli. İleride ne gibi gelişmeler olur şu anda kimse bilemez. Ama şimdilik siyaset yasağı getirdiler. Bizim konuşmamızı bile yasakladılar. Her gün bir karar alıyorlar, bunlara sessiz kalarak genel başkanlık yapmak oyun oynamaktan başka bir şey değil. Ben soru sormadım ama herhalde sadece bu sebep olamaz diye bakınca Ecevit bana göre esas konuya geldi: CHP içindeki hizipçilerden bıktım. Her gün birisi çıkıyor, kendisine bir yol çiziyor, parti yönetimini olur olmaz eleştiriyor, birileri de onların peşine takılıyor. Kendi aralarında toplantılar düzenliyor, her toplantıda beni mutlaka eleştiriyor, bana sürekli engel çıkartıyorlar. Son birkaç yıl hep böyle geçti. 1979 kurultayını hatırlarsınız. Kurultayın divan başkanı seçimi bile parti içi muhalefetin gövde gösterisine dönüştü. Genel sekreterlik seçimi yine öyle oldu. Benim adayım Sayın Üstündağ (Mustafa) idi, onu seçtirmemek için ellerinden geleni yaptılar, bana gözdağı veriyorlardı. Kurultay yine onu seçti ama sanki parti içinde birbirine amansız rakip iki parti var. Bıktım ve yoruldum, şimdi ne isterlerse onu yapsınlar."

50 yıllık bir meslek hayatı. Cumhuriyet'in Ankara Temsilciliği'nden Milliyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmenliği'ne, "idari" görevleri de var, Hürriyet gazetesinde, T24'te köşe yazarlığı da... Ama meslek hayatının her anında hep "muhabir", hep "haberci..." Bizim "Yalçın abi"miz, Yalçın Doğan.
Yeni kitabı "Sussam Susulmaz Yazmasam Olmaz"ı bir solukta okuyorum. Yukarıdaki alıntı kitaptan. Kitapta onun rehberliğinde medya tarihine damga vurmuş gazete bürolarına, bir dönemin en önemli siyasetçilerinin evlerine, bir darbeciyle mesleği savunmak için verdiği mücadeleye tanıklık ediyorsunuz.

1998 yılında Milliyet Genel Yayın yönetmeni olduğunda tanıştım Yalçın Doğan ile. Uzun haber toplantılarına hemen her gün bürokratından bakanına kritik isimleri davet eder, sıcak haberi çok önemserdi. Genç muhabirlerin yetişmesine çabalar, onlara sorumluluk vermekten kaçınmazdı. Yirmili yaşlarımın bitmediği bir dönemde gazetenin ekonomi müdürü yapmıştı beni. O dönem ekonomi servisi başta batık bankalar pek çok önemli haberi manşete taşımıştı. Sabah erken geldiği gazetede servise uğrar "manşet" sorar kimi öğle toplantılarından sonra gelip "köşe yazısının konusunu" tartışırdı. Bilirdik, haber kimi rahatsız ederse etsin gazeteye girerdi ve girmediği gün de o gazeteden giderdi. Zaten gitti de.

Kitapta onun kaleminden özellikle 1980 darbesi sürecindeki acı olaylara da tanıklık ediyorsunuz. Yalçın Doğan; gazete arşivleri ve Meclis tutanaklarından da yararlanıyor. Bunlardan biri Mamak Askeri Cezaevi ve buranın işkenceci komutanı Raci Tetik. İlhan Erdost'un öldürüldüğü, Sırrı Süreyya Önder'den Yaşar Okuyan'a yüzlerce ismin işkenceden geçirildiği kara, kapkara bir yer orası. Tetik ilerleyen günlerde kendini şöyle savunuyor: 

"Beni pohpohlayarak kullandılar. Talimatname ve kanunları uyguladım. Orası cezaeviydi, hastane, okul ya da aşk gemisi değildi. Bu bir savaştır. Savaşta her zaman iyi şeyler olmaz. Saklamıyorum, lafla hizaya gelmiyorlardı."

Kenan Evren Kore'de görevliyken teğmen rütbesindeki Raci Tetik de Kore'de. Orada tanışmışlar. Her işkenceci gibi "korkak" biri o. Yıllar sonra karşısına milletvekili olarak çıkan Önder ile de konuşurken ya da yolda yürürken tanıyıp adını bağıran Okuyan'ı görünce korumasının arkasına korkuyla saklanıyor. Ancak 12 Eylül darbecilerinin Anayasa'ya koyduğu Milli Güvenlik Konseyi üyeleri ve emri altındakilerin yargılanamayacağına yönelik geçici 15. madde ile kurtuluyor. Aynı -başta Diyarbakır Cezaevi'nin işkenceci komutanı olmak üzere- diğerleri gibi.

Kitapta renkli hatıralar da var. Bir tanesi "gazetecilerin isteği üzerine dağın üstündeki gölün yakınına inmeye çalışan askeri pilotun helikopteri düşürmesi." Kitaptan akyarıyorum:

"Altı yedi askeri helikopter Hakkari'den havalandı. Birinde Cumhurbaşkanı Kenan Evren, diğerlerinde ona eşlik eden iki bakan, komutanlar ve biz gazeteciler vardık. Evren bölgeyi teftiş etmek için Hakkari'den sonra Van'a geçmek istemişti. Van'a helikopterle gidecektik. Hakkari'den havalandıktan sonra dağların tepesinden, sanki dağın içinden geçercesine uçmak muhteşem bir duyguydu. 1984 yılının Ağustos ortasıydı. Cilo Dağı'nın tepesinde onlarca krater gölü vardı. Ormanların arasına sıkışmış krater gölleri masmavi, berrak, insanın suyu hem içesi geliyor, hem gölde yüzmesi.

Helikopterler dizi halinde uçuyordu. Bir daha böyle bir fırsatın ele geçmesi mümkün değildi. Biz dizinin son helikopteri olarak en arkadan uçuyorduk. Pilota rica ettik, acaba bir gölün kıyısına inebilir, göle girmesek bile kıyısında biraz dolaşabilir miydik? Pilot bir binbaşıydı, bizi kırmadı. Göllerden birini gözüne kestirdi, tam inişe geçtiği sırada ki yere yaklaşık yirmi metre vardı, pervane aniden pır pır etmeye başladı, daha ne olduğunu anlayamadan göz açıp kapayıncaya kadar helikopter düştü. Hepimizde ilk refleks kendimizi helikopterden dışarı atmaktı. Pilot 'oturun' diye bağırdı, oturalım da akla gelen ilk düşünce ya helikopter alev alırsa idi. Başka bir tehlike daha vardı. Helikopterin kuyruğu gölün kenarında bir kayaya çarpmış ana gövde yan yatmıştı. Biz de beraber. Pervane hâlâ dönüyordu. Biz o aceleyle kendimizi dışarı atarsak çelik pervanenin bizi parçalaması işten bile değildi. Pilot bizim bunu fark etmediğimizi anlamış olacak ki 'oturun' diye arka arkaya bağırıyordu."

Kitapta bu hikâyenin daha geniş kısmı detaylı şekilde var. Kimseye bir şey olmuyor, telsizle yardım isteniyor, başka bir helikopter gelip gazetecileri alıp götürüyor. Ancak yeni helikopteri beklerken Yalçın Doğan gölün kenarında çimenlere yatıp düşünüyor. Aklında Tolstoy'un Savaş ve Barış'ındaki siperlerin arasından gökyüzünü seyreden askerin söyledikleri: Bulutlar geçiyor, hayat geçiyor.

Onun da sorguladığı gibi "geçiyor ama nasıl?.."
Bir kitabın izinde belki de hepimizin "Hayat geçiyor ama nasıl"ını daha çok sorgulamamız gerekiyor. Haksızlıklara karşı "susmak" ya da "yazmamak..."
Hangi görüşten olursa olsun, susmayan ve yazanlara bin selam...



TIKLAYIN | Yalçın Doğan'ın son kitabı: Çok şaşırtıcı, hayret verici ve inanılmaz!

Yazarın Diğer Yazıları

Selahattin Demirtaş, nasılsın?

Seçimin son düzlüğünde gözler üzerinde…

Erdoğan İstanbul seçimini kendi eliyle, kendisi için referanduma çevirdi, 2028 fragmanı izlenecek

2028 cumhurbaşkanlığı seçimlerinin fragmanını yaşayacak gibiyiz. Erdoğan ile İmamoğlu erken bir final oynayacak

Alkışlar arasında tercüme edilmeyen acı reçete: İşsizlik ve artacak yoksulluk…

Yoksulluğun her şeklinin yaşandığı bir ülke artık burası… Derin yoksulluk, yatay yoksulluk, insani yoksulluk, kadın yoksulluğu, kentsel yoksulluk, kırsal yoksulluk…