Haziran ayının ortaları. Yaz boyunca yapılacak konserler için bilet alacağım. Sanatçılar ve tarihlere bakarken bir tanesinde takılıp kalıyorum. 15 Ağustos 2022 Kuruçeşme, Mazhar Fuat Özkan konseri…Bilgisayar ekranının başında uzun uzun açılan sayfaya bakıyorum.
Hafızam beni 38 sene öncesine, 1984 yılına götürüyor. Onları sahnede ilk kez izlediğim yıla…Türkiye’nin son dönemde katılmaktan vazgeçtiği, bir zamanlar memleketin ‘en milli meselelerinden’ Eurovision’da birincilik almış Johnny Logan ile aynı sahnedeler. Üstelik ne yazık ki kısa süre sonra yakılacak bir yerde, Şan Tiyatrosu’nda…O gün salonda hayatımın en eğlenceli konserlerinden birini yaşıyorum.
Bugünden o güne baktığımda… Eurovision yarışması gecelerinin de, Şan Tiyatrosu’nun da, Mazhar Fuat Özkan’ın da tadını almış ama zaman içinde hepsini değişik sebeplerle bir şekilde kaybetmiş ya da uzaklaşmış bir kişiyim ben… Ya da şöyle söyleyeyim; ‘kaybettirilmiş-uzaklaştırılmış…’ Teorik olarak ‘kutuplaştırılmış…’
Online bilet sayfasına uzun uzun bakıyorum…Almalı mıyım, yoksa çocukluğumun, ilk gençliğimin, orta yaşımın en sevdiğim, şarkılarını ezbere bildiğim grubuyla, 2019’da yaşadığım kızgınlığı-kırgınlığı sürdürmeli miyim? Ne olmuştu 2019’da şöyle bir hatırlayalım.
Mazhar Fuat Özkan o yıl Cumhurbaşkanlığı Kültür Sanat Büyük Ödülleri’ni AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın elinden almış ve o gün Mazhar Alanson şöyle bir konuşma yapmıştı:
“Çok samimi konuşacağım. Bunca yıldır çok ödül aldık maalesef saklayamadım. Taşınmalar oldu, şu bu oldu. Hemen hemen evde hiç ödül görünmüyor bende. Ama bu ödülü ömrümün sonuna kadar saklayacağım.”
Normal şartlar altında ülkenin Cumhurbaşkanı bir sanatçıya ödül veriyor, o sanatçı da bunu ömrünün sonuna kadar saklayacak. Ne var bunda? Ama ne şartlar normal ne özellikle son on yılda yaşananlar. Yani ‘Ali Desidero’ olsa anlar.
Bırakın ‘siyasi gerekçelerle ülkede yapılanları’, sadece kültür-sanat alanında olanlara baksa, iptal edilen festivallere, hâkim karşısına çıkarılan sanatçılara, yaşam şekline müdahaleye bakıp -en azından kayıtsız görünmemek adına- sükût eder değil mi insan? Ama o öyle yapmıyor.
Bilet sayfasına uzun uzun bakıyorum. Sonra ‘satın al’ butonuna basıyorum. Paramın yettiği ölçüde önlerden alıyorum. Gidip onları sahnede yakından seyredip kendi kendimle hesaplaşacağım. Kim bilir belki de bir helalleşme arayışı bu…Hiç tanımadığı bir dinleyicisinden yıllarını sahnede geçirmiş, bir şekilde hayatlarımıza dokunmuş isimlere…
15 Ağustos günü sabah saatlerinden itibaren öyle sağanak yağışlı bir güne uyanıyorum ki… ‘Bu sabah yağmur var İstanbul’da’nın ötesinde bir şey. İşte diyorum bu bir işaret…
Konser büyük ihtimalle iptal olur, ertelenecek tarihte de sen gitmezsin… Fakat 16’00dan sonra hava açıyor. Konser başlangıç saati 21.00 ama ben 20.30’da Kuruçeşme’de koltuğa oturmuş durumdayım. Türkiye’de hep rastlandığı üzere geç başlıyor konser. 45 dakika gecikmeyle çıkıyorlar sahneye. Seyirci kim ki, beklesinler… Mazaretim var asabiyim ben…
Sonunda sahneye çıkıyorlar…Aslında onlar da uzun bir aradan sonra birlikte sahnedeler. Özkan Uğur’un zor bir hastalıktan sonraki ilk konseri. Daha ilk andan sahnede parlıyor. Üzerinden kısa kollu bir gömlek, siyah yelek, siyah jeans. İkinci bölümde renkli kısa kollu bir gömlek giyiyor.
Fuat Güner uzun kollu bir gömlek, koyu renk pantolon.
Mazhar Alanson beyazlar içinde. Pantolon da üzerindeki jeans ceket de beyaz. Gözünde siyah gözlükler…
Sahneye çıktıkları an konsere gelen herkes gibi büyük bir heyecan duyuyorum. Bu heyecan ilk şarkıdan bis’e kadar iki saat boyunca hiç bitmiyor. Tarif et deseniz ‘sakın gelme üstüme sözlerim kayıp’ diye yanıt veririm size… Ve evet ‘bir sızı var içimde…’ Şarkılara, sanatçılara kadar bölünmüşlüğün verdiği bir sızı…
Etrafıma bakıyorum her yaştan, muhtemelen her görüşten binlerce kişi…Şarkıları ezbere söylüyor, alkışla tempo tutuyor, kalkıp dans ediyorlar. Özellikle genç evlatlar… Pek muhtemel ‘Yaşları 19’, onlara baktıkça aklımda ‘bugün var yarın yokuz…’
Sahi her yaştan ne çok evlat uzakta ailesinden-memleketinden. Kiminin annesi ya da babası hapiste, kimi işi için başka ülkede ya da gitme arayışında, kimi işsiz, kimi ümitsiz. Biri bir sihir yapsa her şey düzelse… Biliyorum yok öyle bir gerçeklik … O zaman filmlere sığınmalı bazen.
Baba ile evlat arasındaki ‘derin ama gösterilemeyen sevgiyi’ (bizim kuşak bunu iyi bilir) en iyi ifade eden filmlerden biri Cem Yılmaz’ın ‘Hokkabaz’ıdır…Ve orada Sait Tünaydın’ı oynayan Mazhar Alanson işte öyle ‘içindekini tam gösteremeyen bir baba’dır.
Ben bunları düşünürken konserin ikinci yarısı başlıyor. Her gidişte yeni bir keşfin, hayatın en güzel aktığı mekânlardan birinin hikâyesini, dinlemekten bıkmadığımız bir şarkı ile anlatıyorlar. ‘Nasıl anlatılacağı, nereden başlanacağı’ bilinemeyen Bodrum’dan bahsediyorlar. Şarkı sözlerini bildiğim için Mazhar’ın eklediği iki dize dikkatimi çekiyor. Şöyle diyor:
Diktiğim tüm fidanları yakmışlar…
Üzerine otel yapmışlar…
Sadece Bodrum mu? Ülkenin dört bir yanında fiili ya da manevi olarak yıkılan-yakılan ne çok yer var…
Aşktan da bahsediyor elbet şarkılar… Bütün bu zorluklara karşı sığındığımız belki de son kalemizden… Hayatı, şehri yaşanır kılan sevgiliye alınan çiçeklerden bahsediyor, sarı lalelerden…
Mazhar bu şarkının ortasında seyirciye dönüyor “Söyleyin hadi bunlar sizin şarkılarınız” diyor.
Bu cümleden sonra gözümden bir damla yaş akıyor. “Hep beraber biz mi, biz hepimiz mi, ayrımsız, ayırmadan mı?..”
Konserden tuhaf duygularla ayrılıyorum. Sıradan bir dinleyiciyim ben. Hissettiğim duyguları ‘fazla romantik, Türkiye’nin bugünkü siyasi şartlarında naif’ bulanlar olabilir. Sadece bu ülke tarihine 1970’lerden beri, yarım asrı aşkın zamandır damga vurmuş bir grubuyla, hayatımın kesiştiği ve ayrıştığı noktalarla ilgili birkaç satırı paylaşmak istedim.
Konser çıkışı yürürken billboard’larda asılmış AKP’nin 21. yılını kutlayan afişler gördüm. Tayyip Erdoğan’lı fotoğraflarda ‘1 olduk 21 olduk’ yazıyordu. Aslında ‘o bir olsun, bir kalsın’ diye ‘21 parça’ olmuştuk.
Şarkılarımızda, sanatçılarımızda bile ayrılmıştık…
Murat Sabuncu kimdir?
Murat Sabuncu İstanbul’da doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Protohistorya ve Ön Asya Arkeolojisi bölümünü bitirdi. Boğaziçi Üniversitesi’nde İşletmecilik Sertifikası programını tamamladı. İstanbul Ticaret Üniversitesi’nde Medya ve İletişim Sistemleri konusunda yüksek lisans yaptı.
Dergi, gazete, radyo, televizyon, internet haber sitelerinde muhabirlik, editörlük, yayın koordinatörlüğü, genel yayın yönetmenliği, köşe yazarlığı yaptı.
En uzun süre Milliyet gazetesinde çalıştı. Tempo dergisinde genel yayın yönetmenliği, Fortune dergisinde kurucu yönetmenlik yaptı. Skytürk 360’da ekonomiden politikaya değişik programlar hazırladı, sundu.
Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni oldu, ikinci ayında tutuklanıp Silivri Kapalı Cezaevi’ne gönderildi. Hapsedildiği cezaevinde 1,5 yıl tutuklu kaldı. Çıktıktan sonra sekiz ay gazeteyi yönetti.
T24’te köşe yazarlığı, yapıyor. 2016 yılından beri pasaportu ve sürekli basın kartı verilmiyor. Yargıtay’ın iki kere verdiği beraat kararına rağmen 7,5 yıl hapis cezası talebi içeren dosyası, Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nda bekliyor.
Bölgeden tanıklıklarını ve izlenimlerini “Gazze: Mahsuscuktan Bir Aşk Hikâyesi” adıyla yayımlanan kitabında paylaştı. Sedat Simavi Gazetecilik Ödülü sahibi. Sorbonne’da hukuk doktorası yapan bir oğlu, Nuri isimli bir kedisi var.
|