2014 Yerel Seçimleri’nden önceki 3-4 ay boyunca, Başbakan Erdoğan ve AKP Hükümeti’nin uygunsuz davranışlarını gösteren çok sayıda tape ortaya çıkmıştı. Neler yoktu ki bu tapelerde? Hükümetin en tepelerinde ne biçimde ve çapta yolsuzluklar, hırsızlıklar, manipülasyonlar, basına ve yargıya müdahaleler ve daha neler neler ortaya saçıldı. En azından bu devletin ve hükümetin örgütlenişi ve işleyişine dair belli bir şuur sahibi olanların hiç bilmedikleri şeyler değildi bunlar, ama yine de olayların çapı/dozu tahminlerin de ötesindeydi ve bu tür uygunsuzluklar ilk kez böylesi inkârı zor bir şekilde gözümüzün önüne geliyordu.
Son dört ayda ortaya serilenlerin onda biri bile herhangi bir Batı demokrasisinde başbakanın ve hükümetin defterini hemen dürmeye yeterdi. Türkiye’de böyle olmadı. Erdoğan ve hükümet, bunu bir darbe olarak gösterip, “darbe-karşıtı” bir mücadeleye girip, otoriterleşme dozunu iyice arttırdı. HSYK ve İnternet/TİB yasalarını çıkardı, MİT yasa tasarısını hazırladı; Cemaat uzantısı olduğunu düşündüğü polisleri/yargıçları/savcıları dağıttı/yetkisizleştirdi; mahkeme kararlarını uygulamadı vb. Bütün bu otoriter uygulamalar da makul bir demokratik ülkede çok büyük tepkilere neden olur ve yakında bir seçim varsa o hükümet ağır bir darbe alırdı. Türkiye’de böyle olmadı.
Dolayısıyla, Türkiye toplumundan (ve muhtemelen uluslararası kamuoyundan) birçok insan şu soruyu sordu, soruyor: Bunca şey (konumuz bağlamında “pislik” de diyebiliriz) ortaya döküldükten sonra, bunca şaibeli bir iktidar nasıl oluyor da hala bu kadar çok oy alabiliyor?
Çok önemli ve haklı bir soru. Maalesef basit bir cevabı da yok, hemen bütün insani ya da sosyal fenomenlerde olduğu gibi. Basit cevap peşinde olanlardan bazıları, “şuursuz ve cahil halkım gidip oyunu bunca şeye rağmen AKP’ye verdi” sığlığına sığınmak istiyor. Bu tür bir cevabın bizatihi kendisinin epeyce şuursuz olduğunu teslim ederek başlamak lazım.
Hakikat krizi
Şöyle düşünelim: Son dört ayda AKP çok ciddi bir hakikat sarsıntısı yaşadı. Yıllardır topluma göstermeye çalıştığı ile, gerçekte olduğu arasında çok ciddi bir açı olduğu ortaya çıktı. Cemaat diye tabir edilen eski ortak epey kirli çamaşırı ortaya serdi. “AK”lığı gitti. Bu tabii ki öncelikle ciddi bir hakikat krizidir ve bir iktidar için ciddi bir tehdittir.
Nitekim, AKP iktidarı, bu hakikat krizinden bir miktar darbe aldı ve oylarında 2011 Genel Seçimleri’ne göre %6,7 puanlık bir aşınma yaşadı (Bakınız: Bir önceki “seçim değerlendirme” yazım). Ama krizin çapı aslında o kadar büyüktü ki normal koşullarda çok daha derin bir aşınma beklenebilirdi. Ama Türkiye’de böyle olmadı. Neden? Birkaç faktör öncelikle zikredilmeli:
Türkiye toplumunun hakikatle ilişkisi en azından yüz yıldır zaten oldukça örselenmiştir
Netice itibarıyla, yüzyıldır 1915’te Ermenilere yapılanları inkâr edebilen, onyıllarca Kürtlerin ve Kürtçenin varlığını inkâr edebilmiş bir egemen politik kültürün şekillendirdiği bir toplumdan bahsediyoruz. Ne zaman süper bir hakikat arayışımız vardı da, şimdi AKP’ye karşı eksik kaldığını iddia edebilelim? Türkiye toplumunun en geniş kesimleriyle hakikatleri eğip bükmeye ve birbiriyle çelişik de olsa farklı öznel hakikatlerle bir arada yaşayabilmeye çok talim ettirilmiş bir toplum olması, bu geldiğimiz kavşakta AKP iktidarına yarıyor, daha önce başka iktidarlara yaramış olduğu gibi.
Hakikat krizini çıkaran kaynağın (Cemaat’in) kendisi güven verici bir konumda değildir
Hafif kafası çalışan herkes anlayabiliyor ki, Cemaat’in derdi hakikat ya da demokrasi falan değil. Cemaat, eski ortağı AKP tarafından iktidar bloğu dışına atılmanın acısını çıkarmak ve yeni pazarlıklar yapabilmek için böyle bir yola girdi. Dolayısıyla yolsuzluk, hukuk vb. sıradan yurttaşlar için bir hakikat zemini olabilirken, hem AKP iktidarı hem de Cemaat gibi yapılar için basit birer araç sadece, güç biriktirmenin ve gücü sürdürmenin birer aracı. Cemaat uzantısı yargı/polis mensuplarının, Ergenekon vb. davaları nasıl zaman içinde mesnetsiz cadı avlarına dönüştürüp, Türkiye toplumunun şimdiye kadar elde etmiş olduğu en büyük yüzleşme imkânını heba ettiklerini unutmuş değiliz. Aynı ekibin, KCK davasında, Hanefi Avcı vb. davalarda, hukukla hiçbir ilgisi kurulamayan ne tür manipülasyonlar yaptıklarını da biliyoruz. Dolayısıyla, son dört ayda AKP iktidarının şaibelerini ortaya çıkaran kaynağın kendisinin de epeyce şaibeli olması, toplumun özellikle AKP’ye yakın duran kesimlerinde malzemeye inanmazlık ihtimalini büyüten bir faktör olarak beliriyor. Erdoğan’ın kurgu/montaj söylemi, bu ihtimali gıdıklıyor.
İktidarı kaybetme (ve tekrar horlanma) korkusu AKP’li kitleyi yalanlara çok açık hale getiriyor
AKP’ye oy verenlerin çok büyük çoğunluğu, bu toplumun geleneksel elitleri tarafından hem ekonomik hem de kültürel açıdan yoksun bırakılmış, horlanmış, aşağılanmış çeper kesimlerden geliyorlar. AKP ile 12 yıldır merkeze geldiler, 2011’den beridir de merkezde rahatladılar. Eski yoksunluklarını telafi etmek istiyorlar, iktidarın nimetlerinden yararlanmak istiyorlar. Tepedekiler tabii bu telafi işine bolca yolsuzluk da karıştırıyorlar, ama geniş kitleler için de durum “tamam herkes yiyordu, şimdi de bizim çocuklar yesin biraz, iş de yapıyorlar, bize de avantaj sağlıyorlar” gibi akıl yürütmelerle idare edilebiliyor. “Yiyenler bizim çocuklar olduğu sürece tahammül göstermek gerek, zira öbür mahallenin çocukları gelirse hem yiyecekler hem de yine bizi ezecekler, horlayacaklar” diye düşünülüyor. Erdoğan bu yüzden, çok iyi bildiği bu hassasiyeti kaşımak için çok elverişli imkânlar sunan Kabataş Yalanı’nı sündüre sündüre kullandı. Hala da kullanabilir, zira AKP’li kitlenin derin ezilme/eziklik kaygılarını grafik ayrıntılar eşliğinde kabartıyor. “İş zıvanadan çıkarsa, bize karşı bir kalkışma olursa, işte bu deri eldivenli, üstü çıplak, azgın sürüler, sizleri süründürürler, üzerinize bile işerler, aşağılanmanın dibini görürsünüz.” Sonra da kitlesine sahip çıkıp koruyan baba edasıyla güven veriyor ve itaat talep ediyor. “O yüzden bize sahip çıkın, aşağılanmaktan kurtulun.”
Erdoğan’ın bu formülü geniş kesimler üzerinde temel olarak iki nedenle hala işliyor. Birincisi, resmi düzeyde bu kitleyi aşağılamanın hafızası hala çok taze. Başörtüsü yasağını hatırlamamız yeter. İkincisi, resmi düzeyde artık olmasa da, toplumsal ilişkiler düzeyinde, çoğu CHP’li olan şehirli seküler kesimlerin AKP’lileri kendileriyle hiçbir şekilde eşdeğer görmedikleri ve hala aşağıladıklarını görüyoruz, duyuyoruz. Bu iki faktör, Erdoğan gibi bir lidere müthiş bir cephane sağlıyor, tükenmeyen, sürekli kendini yenileyen bir cephane. Dolayısıyla, Erdoğan 12 yıldır iktidarda olmasına rağmen, her zaman kendini ve destekçilerini mutlak mağdur konumuna yerleştirebiliyor ve kendisi, partisi ve geniş halk kesimleri arasında güçlü bir mağdurlar dayanışması kurup hasadını toplayabiliyor.
Sonuç
Eğer böyleyse, sosyo-politik dönüşüm hedefleyen radikal demokrat, sol bir muhalefet bu konuda ne yapabilir? İlk olarak, hakikatten ve hakikat talebinden vazgeçemez. Bu toplumun örselenmiş hakikat duygusunu tamir etmeye aday olur ve bu işin uzun vadeli bir iş olduğunu hiç unutmaz. İkincisi, hakikat arıyormuş gibi yapmasına rağmen, aslında hakikat manipülasyonu yapanlardan uzak durur. Üçüncüsü, hangi sosyal kimliğe ve hangi siyasi görüşe sahip olursa olsun, insanları aşağı görmez, horlamaz; eşdeğer ve saygıdeğer olarak görür.
[email protected]
@PakerMurat