“Siyasî İslâm”, Türkiye’de, 2002 yılından beri iktidarda. Eder 14 yıl.
“Siyasî İslâm”ın bu toplumda iki ana kanalı oldu. Biri Gülen cemaati; öbürü de Milli Nizam’dan beri etkin olan “Milli Görüş” çizgisi. AKP, Nakşibendî çekirdeği olan MSP-Refah (v.b.) çizgisinden geldi ama o çizginin hiçbir şekilde olamadığı gibi iktidar oldu. Gülen Cemaati Nurcu akımın "filiz"lerinden biridir ve temel strateji olarak “devlet bünyesine sızma”yı seçmiştir.
2002’de bu iki çizgi birlikte iktidar oldu. Birinde olan öbüründe yoktu, onun için birbirlerini tamamlıyorlardı. Siyasî İslâm’ın “makul iktidar” yılları bu ittifak temelinde yürüdü.
Derken gün geldi, Tayyip Erdoğan, “Müttefik istemem. Paylaşmak istemem”, dedi. Cemaat savunmaya geçti. Bugünkü duruma geldik.
Bugünkü durumda Tayyip Erdoğan’ın belirleyiciliği altında yürüyen “siyasî İslâm” iktidarının bir başarısızlık noktasına geldiğini görüyor ve söylüyorum.
Ama böyle bir iddiada bulunmak için bazı teorik ön-açıklamalar gerekiyor. Bir ayrımla başlayacağım: “tarihî ve zahirî.”
“Zahirî” olarak baktığınızda, olayların görünen yüzeyinde, bir kurumun, yapının, sürecin, her neyse, böyle bir şeyin egemen olduğunu, belirleyici olduğunu v.b. görebilirsiniz; genellikle görürsünüz. Ama bu “zahirî gerçeklik”, onun gibi “görünür” olmayan “tarihî gerçeklik”ten çok farklı olabilir.
Erdoğan’ın belirleyeciliği altında yürüyen “siyasî İslâm” iktidarının bir başarısızlık noktasına
geldiğini söylüyorum...
Genellikle savaşlar, o son parlak görünen anda kaybedilir...
Şöyle bir örnek vereyim, Hitler, 1941’de Sovyetler Birliği’ne savaş açtı ve Alman orduları Rusya’da hızla ilerlemeye başladılar. Bu olayla birlikte Hitler ve Almanya, benim “tarihî” dediğim düzeyde, savaşı kaybettiler.
Ama bunu aradan yıllar geçtikten sonra, “absürd” görünmeden söyleyebildik. 1941’de şüphesiz bunu böyle görenler olmuştu. Ama çıkıp yüksek sesle söyleyecek olsanız, herkes size deli gözüyle bakardı. Çünkü tam da 1941’de Almanya her zamankinden daha güçlü görünüyordu. Genellikle de böyle olur zaten. Savaşlar, o son parlak görünen anda kaybedilir.
Dolayısıyla öncelikle “kaybeden”, bunun farkına varmaz. Almanya da savaşı “tarihî olarak” 1941’de kaybetti ama Almanya 1945’te teslim oldu. Hitler de ancak o zaman kaybettiğini açık seçik, net bir şekilde gördü ve görür görmez intihar etti.
Hitler ideolojisi gibi bir ideolojinin daha 1923’te kaybetmiş olduğunu söyleyebilirsiniz ve o anlamsal düzeyde ben de buna itiraz etmem.
Benzer bir şey Tayyip Erdoğan tarzında bir “Siyasî İslâm” için de söylenebilir. Ama burada daha elle tutulur, daha hesaplanabilir olgulardan yürümek istiyorum. “Zahiren” duruma hâkim bir iktidar var: asıyor kesiyor, kayyum getiriyor, dokunulmazlık götürüyor, muktedir mi muktedir.
Ama Gezi’den beri “kaybetme” sürecinde. Çünkü bu olayla birlikte, dünya tarihinin “demokrasi” yazan tarafındaki değerleri fiilen terk etti, reddetti; “despotizm” yazan tarafındaki yığına katıldı. Her fırsatta “Benim yerim burası” diye ilân etti.
“Zahiren” duruma hâkim bir iktidar var: asıyor kesiyor, kayyum getiriyor, dokunulmazlık götürüyor, muktedir mi muktedir. Ama Gezi’den beri “kaybetme” sürecinde
Ne oldu böylece?
Yolsuzluk iddiaları ortaya saçıldı. Hem de kötü saçıldı. Erdoğan, her zamanki “en iyi müdafaa hücumdur” ilkesiyle karşı-saldırıya geçti. Gerek iddiaları örtbas etmek için, gerekse yeni düşmanını susturmak için yasal olmayan uygulamalara başvurdu. Yasadışı bir durumu ondan daha yasadışı tedbirlerle soruşturmaya çalıştı. Bu yasadışı mantığının uluslararası siyasette oynamaya çalıştığı rolle de iç içe geçtiği anlaşıldı. Burada da zor ve baskı uygulayarak işin içinden sıyrılmaya çalıştı. Ama bu davranışlarla medeni dünya ile aramızda kurulmuş ilişkileri koparıp attı.
Avrupa Birliği, başı sonu belli bir program demekti. Ne yapmamız, ne yapmamamız gerektiği belliydi; ne bekleyebilir, ne bekleyemezdik, o da belliydi. Tayyip Erdoğan, Avrupa da istemedi, o yolu da tıkadı. Yerine hangi yolu, üstünde “yol alınabilir” hangi yolu açtığı belli değil.
Kendi deyimleriyle “değerli”, bence “ürkütücü” bir yalnızlığa girdik. Tayyip Erdoğan kişiliğinin kaçınılmaz kıldığı bir yalnızlık.
Ve Kürt sorunu. “Tarihi anlamda” kaybedilmiş bir başka önemli dava da budur.
Kendi deyimleriyle “değerli”, bence “ürkütücü” bir yalnızlığa girdik. Tayyip Erdoğan kişiliğinin kaçınılmaz kıldığı bir yalnızlık
Haziran’dan beri saldırıya geçen (ve PKK’nın da buketlerle karşılık verdiği) hükümet ve bütün politikaları tespit eden Cumhurbaşkanı, direnişin bu kadar süreceğini tahmin etmiyordu. Etmedikleri söylemlerinin arasından belli oluyor.
PKK’nın politikasının da tutmayacağı, yani böyle bir “özerklik” kurulamayacağı zaten belliydi. Olmadı.
Ama binlerce insan öldü. Daha ölmeye devam edecek.
Kazılan çukurlar doldurulunca “kazandık” diyecekler. Kazanılan bir şey yok.
PKK toplanır, kendini yeniden-üretir. Sorun “asker kazanmak”sa, bu olanlardan sonra daha da gür bir akış olur. PKK fiilen ve maddeten çok daha ”zararlı” hale gelebilir.