29 Şubat 2020

Son durum

AKP iktidarının her konuda benimsediği "inatlaşma" politikasından vazgeçeceğini sanmıyorum. Bunun da rahat soluk alma ihtimaline yardımcı olmayacağını kestirmek için kahin olmak gerekmiyor

İş olacağına vardı; daha da varacak.

Uzun bir süredir, "dış politika" denilen şey, Türkiye’de, "iç politika"nın bir uzantısı ya da hatta bir koltuk değneği haline gelmişti. Sağa sola kafa tutup içeride seçmenlere (yurttaş=seçmen), ne kadar cesur olduğumuzu gösteriyorduk. Ama "dış politika" ciddi bir iştir ve kendi matrisleri çerçevesinde ele alınmalıdır. Bu yapılmadı ve şimdi kendimizi belirli bir konumda bulduk.

Son olayda ölenlerin sayısı otuz üçü bulunca çıta birkaç derece yukarıya çıktı. Ha, biz de onlardan 1700 kişi "götürmüşüz"; bundan sevinç duyacaklar bununla avunabilirler. Ama bu, o otuz üç kişinin yakınlarının acısını gerçekten hafifletmeye yeter mi, bilemiyorum. Yalnız burada değil, bütün dünya işin iyiden iyiye ciddiye bindiğini hissetti ve herkes buna göre durduğu yeri belirlemek üzere yekindi. İlk "merci"lerden biri doğal olarak NATO. NATO’yu biz tepki göstermeye çağırdık: Bir NATO ülkesi olarak Türkiye saldırıya uğradı!..

Ama öyle görünüyor ki NATO aynı fikirde değil. Çünkü, nerede saldırıya uğradık? Suriye’nin İdlib bölgesinde. Kimin saldırısına uğradık? Suriye’nin...

Türkiye kamyon kamyon teçhizat ve mühimmat göndererek Suriye’nin bir bölümüne yerleşti. Giderken bu eylemini NATO ile danıştı mı? Suriye toprağındayken Suriye’nin saldırısına uğramasının niçin "NATO’ya saldırı" olarak yorumlanması gerektiğini NATO’ya açıkladı ve ikna etti mi? Bildiğim kadarıyla böyle bir şey olmadı. Olmazdı da, çünkü Cumhurbaşkanı "izin" almayı andıracak davranışlarda bulunamazdı.

Suriye'deki olaylar karmaşasında en etkili rolü Rusya yüklenmiş durumda. Çünkü burada boy gösteren bütün aktörler arasında en güçlüsü o. Putin Rusyası’nın "ulvi" amaçlarına inanacak halim yok, ama Rusya elindeki avantajlar sayesinde oyununu kabul edilir bir çerçeve içinde oynama imkanına sahip. Yani oynadığı rolün meşruiyet sınırları içinde kaldığına birçok ülkeyi ikna etmiş durumda.

S-400’lerle birlikte Türkiye-Rusya-Amerika üçgeni ilginç bir evreye girdi. Putin, Tayyip Erdoğan’ın Hristiyan Batı’ya duymaktan kendini alamadığı öfkeden yararlanarak NATO’yu bölerek zayıflatma stratejisini hemen yürürlüğe koydu ve bu noktaya varmak için Rus uçağı vurma eylemlerini de büyütmedi. 

Türkiye’nin Rusya ile ilişkilerinin Soğuk Savaş zamanındakinden daha iyi olmasına hiçbir itirazım yok elbette. Rusya ile, ve herkesle "iyi geçinmek" içtenlikli ve sindirilmiş politika olmalı. Ama başında Vladimir Putin bulunan bir ülkenin neyi niçin yaptığını da dikkatle kollamak gerek. Bunun ne kadar yapıldığını görüyoruz.

Türkiye, Rusya ile iyi giden ilişkilerine dayanarak olsa gerek, Amerika’ya da kafa tuttu. Ancak, Rusya ile ilişkilerin sürgit bahar havasında yürümesine engel olacak bir yığın etken vardı. Bunların başında da iki ülkenin Suriye’yi koymak istediği yer geliyor. Rus donanmasına güvenilir liman sağlama uğraşı ile Şam’da namaz kılma özleminin arasındaki farklılık diyelim.

Suriye uçakları 33 Türk askerini öldürüyor. Rusya "Ben yapmadım" diyor ve hemen ekliyor: "Vurulan bu Türk askerleri, olmamaları gereken bir yerdeydiler." Neresi orası? IŞİD, El Kaide ve benzeri örgütlerin, yani yapılan görüşmelerde Türkiye’nin tasfiye etme "görevini" üstlendiği örgütlerin bulunduğu yer. Rusya, ardından, Suriye limanına, "yardımcı" olduğunu göstermek üzere, fırkateyn gönderiyor.

Rusya ile ilişkilerin bu noktaya gelmesi üzerine Amerika’ya bir gülücük gönderiyoruz. S-400 olayı Amerika’yı da teyakkuz durumuna getirdi. Rusya nasıl Türkiye’yi Amerikan yörüngesinden çıkarmak üzere taktikler uyguladıysa, şimdi Amerika da Türkiye ile Rusya arasında şeker renk olan ilişkileri daha da bozmaya çalışıyor. Onun için "NATO müttefikimiz Türkiye’nin arkasındayız" retoriğini yapıyor, ama retorikten başka bir şey de yapmıyor. Biz onlardan "Patriot" isteyince onlar da S-400 konusunu hatırlatarak nezaketle geri çeviriyor.

Bunun anlamı da oldukça açık. ABD’nin vereceği destek sınırlı.

Tayyip Erdoğan Suriye ile 911 km sınırımız olduğunu söylüyor. Bu elbette böyle ama böyle olması Türkiye’nin oradaki varlığının herkesçe meşru bulunması sonucunu verir mi, orası pek belli değil. O kadar uzun sınırı olmasa da, manevi bakımdan Suriye’ye belki daha da yakın hisseden Müslüman dünyada ve onun içinde özellikle Arap dünyasının nasıl tavır alacağı konusunun da belirli bir ağırlığı var. Oradan, Türkiye’nin beklediği, daha doğrusu "duymak isteyeceği" sesler gelmiyor. Bunu da bir kenara not edelim.

Somut durum az çok seçilir olunca Türkiye bir davranışta bulundu. Neydi bu davranış? Sayıları git gide artan mültecilere kapıları açmak. Bu, Avrupa’nın korkulu rüyası. Uzun süreden beri Türkiye’nin, daha doğrusu AKP iktidarının, Avrupa’ya yaptığı şantajın başlıca aracıydı. Şimdi Türkiye, Suriye’de bulunmasının ne kadar "haklı" olduğunu göstermek üzere Edirne’deki kapıları açıyor. 

Birçok yorumcu sözünü etti, değinip geçeyim: NATO’dan destek bekliyoruz. Bunu beklediğimiz ülkeler bu "kapı açma" politikasından en fazla zarar görecek ülkeler. Bunun başarı vadeden bir siyaset olduğunu iddia etmek kolay görünmüyor. Kamufle edildiğini söyleyemeyeceğimiz bir "tehdit" bu; "dostane" bir tedbir olmadığı açık.

Peki, açılan kapılardan kimler geçecek, nereye gidecek? Yunanistan’a ve Bulgaristan’a açılıyor bu kapılar. Bu iki ülkenin "Hoş geldiniz! Biz de sizi bekliyorduk!" demeleri beklenmiyor. Muhtemelen, "Buraya kadar. Buradan geriye" diyecekler. Şimdi TV’lerde gördüğümüz insanlar, çoluk çocuk, bilemiyorum ne yapacak. Bu da, talimatını AKP iktidarının verdiği bir yeni insanlık faciasına dönüşecek.

Başta söylediğim gibi, iş olacağına vardı, varıyor. Arkası nasıl gelecek, şimdiden tahmin etmek zor. AKP iktidarının her konuda benimsediği "inatlaşma" politikasından vazgeçeceğini sanmıyorum. Bunun da rahat soluk alma ihtimaline yardımcı olmayacağını kestirmek için kahin olmak gerekmiyor.

Olay henüz yeni. Ama Türkiye’nin şimdiye kadarki politikasını eleştiren analistler de konuşmaya başladılar. Şimdi AKP politikalarının en önemli kısmı da böyle bir muhalefet ve eleştiri atmosferinin oluşmasını önlemek. Bu AKP politikası ve niçin böyle olduğunu sormak çok anlamlı değil. Ancak, bu "milli dava" havası yaratılınca muhalefet de sesini kısıyor ve ses kısmakta iktidarın göstereceği celallenmeyi haklı göstermeye yarar bir tavır sergiliyor. Yani iktidarın ideali olan "tek ses" ortamına yardımcı oluyor.

Analistlerden iktidarın politikasını eleştirenler, uzun vadede bir "dış politika hedefi" olmamasını dile getiriyor. "Nereye varmak üzere ne yapıyoruz?" Bunu soruyorlar. "Yani, on yıl sonra Türkiye’nin nerede olmasını bekliyoruz?" diye soruyorlar. İktidarın asıl sorusunun bu olduğunu sanmıyorum. İktidarın birincil sorusu on yıl sonra Türkiye’nin nerede olacağı değil, on yıl sonra AKP iktidarının devam etmesinin nasıl güvence altına alınacağı.

Yazarın Diğer Yazıları

Nazar

Asvadzadzin’de bu sefer Nazar’ı öbür dünyaya uğurlamak üzere bulunmak içimi acıttı. Ne acelen vardı, Nazar? 

Bugünlerin siyasi bulmacası

Devlet Bahçeli “Öcalan” çıkışıyla ne demek istedi? Erdoğan ile bir plan hazırlamışlarsa bu plan ne olabilir? Hareket aşamasına gelince ne olabilir?

Dış ilişkiler

Tayyip Erdoğan Türkiye’nin dış politikasını “monşerler”in elinden kurtardı. O elinden geleni yaptı, “kurtardı” ama bu kurtuluş bizim için iyi mi oldu, kötü mü hiç emin değilim

"
"