06 Kasım 2021

Romancı Demirtaş

Selahattin Demirtaş’ı siyaset adamı olma dışında başarılı bir edebiyatçı olarak da tanımış oldum.

Selahattin Demirtaş’ın musiki ilgisinin yanısıra edebiyata da merakı olduğunu, yani yalnız “okur” olarak değil, “yazar” olarak da edebiyatla alışverişi olduğunu duymuştum ama onun elinden çıkma bir eser okumamıştım. Geçen gün elime kitabı geçti; vakit durumum da uygundu. Hemen okudum.

“Selahattin Demirtaş” denince önyargılıyım. Bu “önyargı” kelimesi hep olumsuz anlamda kullanıldığı için öyle anlamaya koşullanmışız, oysa böyle olması gerekmiyor. Bunun tam tersine,  “önyargı” olumlu bakmak da olabilir. Ben de bu anlamda söylüyorum zaten. Neden öyle olduğunu da uzun uzun anlatmayı gerektirecek bir şey değil.  Selahattin Demirtaş yığınla olumlu özelliği kendinde toplamış bir kişi.  Zeki ve akıllı, ancak zekâsını ve aklını iyilik için yoran bir kişi. Genç yaşta bayağı olgun. Dürüst. Mizah yeteneği var; gülmeyi ve güldürmeyi seviyor. Beceriyor da.

Bunlara ek, dediğim gibi sanata, edebiyata yatkın. 

Elime geçen kitabı bu yakınlarda yayımlanan romanı “Efsun”. Bunu okudum. Dediğim gibi, yazarına bakışımdan ötürü kitapta iyi şeyler bulmaya baştan yatkın olacağımı düşünerek başladım okumaya.  Böyle şeyler bulmuş olarak da bitirdim. Ama bulduğum bu şeyleri orada sahiden buldum; kendim icat etmedim. Sahiden bulduğum için şu düşündüklerimi yazayım dedim.

Öyle büyük bir şeyler söylemeyeceğim. Zaten öyle iddiaları olan bir roman değil. Hatta, mantığı zorlayan birtakım ögeler bulunduğunu da söyleyebilirim. “Efsun” bir “siyasi roman” değil; ama içinde siyaset bulunmayan bir roman da değil. “Siyaset” var, “sınıf” sorunu var. Bunlar, hayatın içinde oldukları gibi bu romanın içinde de var.

Sürükleyici. Başlamasından kısa bir süre sonra bazı “esrarlar” olduğunu görüyoruz. Hikâye ilerledikçe bunlar çözülüyor. Bu gibi romanlarda “karakter analizi”, “derin felsefe” ve benzeri cepheler değil, olay örgüsü öncelik kazanır. “Efsun” bu kategoriye giren bir roman. Sözüne güvendiğim biri “Çok iyi dizisi yapılabilir” dedi ki sanırım haklı. 

Romanın bir “anlatıcı”sı yok. Biz olayları romanın karakterlerinin ağzından dinliyoruz. Onlara çok uzun olmayan bölümler verilmiş, değişerek anlatıyorlar. “Anlatı” ile “iç monolog” dediğimiz teknik arasında kalan bir biçimde karar kılmış; ama bilinçliliğin derin katlarına inmediği için bu teknikle bir Joyce ya da Faulkner ya da Virginia Woolf yapısı kurmuyor. Ama o yapıyı kurmasa da kendi ağızlarından anlatmaları anlatan hakkında daha çok şey sezmemize imkân tanıyor. Bunlar, bir anlatıcının  “Ahmet şöyle bir insandır” demesi gibi bilgi vermiyor. Monologa, konuşanın konuşma üslubuna bakarak sonuçları bizim çıkarmamız gerekiyor.

İlk konuşma sırası “romanın kahramanı” diyebileceğimiz Caner’e verilmiş, o anlatıyor. Bu arada, bir alışkanlığı olduğuna dikkat edebiliriz: “Gerek yok” diyor. İngilizce’de “idiosyncrecy” derler, bir bireyin bir özelliği, alışkanlığı, huyu diyebileceğimiz bir şeydir. Çok insanda vardır, “tik” gibi bir şey. O insanı tanımaya başlayınca bu özelliğinin de farkına varırsınız. Söylemeyi alışkanlık edindiği bir söz olan insana çok sık rastlanır.

Caner de “gerek yok” diyor. Şöyle cümleler: “Nasıl başvurduğumuzun daha bir yığın ayrıntısını anlatabilirim size ama gerek yok”. Tabii bunu böyle “darb-ı mesel” haline getirmiş olmasından Caner’in lafı uzatmaktan pek de hoşlanmayan, laftan çok eyleme, davranışa önem veren bir insan olduğu gibi bir sonuç da çıkarabilirsiniz. Bu anlattığım Selahattin Demirtaş’ın icadı değil elbette. Dünyada modern edebiyatta, modern anlatıda yalnız “yazar” anlatmıyor; yazarın yanında “okur”un da kendi analizlerini yaparak romanı tamamlaması bekleniyor; ama bunlar hala Türk edebiyatında seyrek rastladığımız şeyler. Onun için Demirtaş gibi öncelikle bir yazar, yani bir romancı olarak tanımadığımız birinde böyle bir incelik şaşırtıcı.

Ama muhtemelen bu dediğim “gecikme” nedeniyledir, Demirtaş bu “gerek yok”ları italikle yazmış. Yani okurun ilgisini “çağıran” bir şey yapıyor. Böyle yapmamalı. Bu durum yazarla okur arasında bir “oyun”;  yazar bırakmalı, bakmalı, “okur anladı mı, atladı mı?”  İtalikle filan müdahale etmemeli.

Caner’in bir başka kişilik özelliği var; zor bir sorunu düşünmek için herkes gibi sakin bir ortam aramıyor;  tersine, kalabalık, gürültü patırtı arıyor. Sık rastlanan bir adet mi? Değil. Ama olabilir. Caner, roman boyunca birkaç kere bu özelliğini gösteriyor. Bu da, “gerek yok” demesi gibi, bir “idiosyncrecy”.

Caner’in kişiliğiyle ilgili bir ayrıntı. Ama “kişilik” derken ne demek istiyoruz? “X inatçı bir adamdır”, “Y ikiyüzlü bir kadındır” v.b. Bunlar kişilikle ilgili önemli saptamalar. Demirtaş karakterlerine böyle özellikler de yüklüyor. Tabii her romanda kişilerin böyle kişilikler olmasını bekleriz. “Efsun”da da var bunlar. Ama Demirtaş bununla yetinmiyor. Romanın olay örgüsünde oynayacağı bir rol olmayan, kişiliğinde belirleyici bir kısmını oluşturmayan “ayrıntı” düzeyinde bu gibi özellikler yükleyerek kişilerini daha “sahici insan” yapıyor. Bunlar genel hayatın dokusuna ilişkin şeyler.

Roman Caner’le başlıyor demiştim. Bir süre sonra Efsun’a geçiyoruz, onu dinliyoruz. Çok geçmeden üslubun değiştiğini farkediyoruz. Bu şimdiki bir “dişil” konuşma. “Dişil” diye tek bir tarz yok elbette. Bu, genç, argoya yatkın, demek ki öyle hanım hanımcık olmayan bir kız.

Annesi de kendi çağının benzer bir “feminen” tipiymiş; onun konuşma tarzından da bunu anlıyoruz.

Bunlar roman yazımında önemli şeyler. “Ustalık” nitelemesini hak eden şeyler. Dolayısıyla, başlangıçta bir başka davanın çok başarılı ve “kafadar” bulduğum bir kişiliği olan Selahattin Demirtaş’ı siyaset adamı olma dışında başarılı bir edebiyatçı olarak da tanımış oldum. Şimdi hikâyelerini okuyacağım—büyük bir haksızlık yaşayan bir siyasi önder olarak değil, iyi bir edebiyatçı olarak. 

 

  

 

        

Yazarın Diğer Yazıları

Nazar

Asvadzadzin’de bu sefer Nazar’ı öbür dünyaya uğurlamak üzere bulunmak içimi acıttı. Ne acelen vardı, Nazar? 

Bugünlerin siyasi bulmacası

Devlet Bahçeli “Öcalan” çıkışıyla ne demek istedi? Erdoğan ile bir plan hazırlamışlarsa bu plan ne olabilir? Hareket aşamasına gelince ne olabilir?

Dış ilişkiler

Tayyip Erdoğan Türkiye’nin dış politikasını “monşerler”in elinden kurtardı. O elinden geleni yaptı, “kurtardı” ama bu kurtuluş bizim için iyi mi oldu, kötü mü hiç emin değilim

"
"