Siyasî polemik, “siyasette fikir mücadelesi” dediğimiz şey, her yerde ve her zaman öznelliğin ağır bastığı bir etkinliktir. Siyaset bir “bağıtlanma” gerektirir. Savaşta olduğu gibi siyasette de çok zaman bir sözün ya da eylemin nereye varacağını düşünmeye fırsat bulamadan bir makinenin parçası gibi, “sizin taraf”la birlikte hareket etmeniz gerekir.
En “dalavereci” insan bile, yaptığı işin, güttüğü davanın soylu, yüce bir amaca hizmet ettiğine -“inanır” demeyeyim ama “inanmak ister.” Siyasî polemik de çok zaman bu ihtiyacı karşılamak üzere yapılan bir şeydir. Bunu hepimiz böyle biliriz. Bir “siyasî”nin sonuçta “haklı” denecek yerde durduğuna inanmak için pek de inanmadığı bazı şeyler söylemesini uzun boylu yadırgamayız.
Nesnel gerçeklikte ne olup bittiğini izleme imkânlarından büyük ölçüde yoksun bir toplum bu. Eğitim düzeyi düşük vb. ama aynı zamanda bilgiye erişim yolları da kapatılı tutuluyor. bu durumda aslı esası olmayan suçlama ya da savunmalarla tartışmak daha kolay hale geliyor.
Ancak AKP iktidarının son yıllarında, bu alanda bütün geçmişe rahmet okutacak bir düzeye geldik. “Nesnel gerçeklik” falan ne kelime? “Post-gerçeklik” diye adlandırabileceğimiz bir aşamaya girdik. “Sanal” kavramının da pek bir revaçta olduğu bir dünyada, uydurmanın sanayiini kurduk. İmalatın, ihracatın düşüşte olduğu Türkiye’de uydurma üretiminde rekorlar kırıyoruz.
Bunun iki kaynağı var: Birincisi görece alışık olduğumuz bir şey. “Amerika’yı Müslümanlar keşfetti.” Bunu Tayyip Erdoğan söylüyor (tabii “kaynak”ları var) ve bize de “Buna inanacaksınız” diyor. Seksen doksan yıl önce de Sümerlerin Türk olduğuna ve Orta Asya’dan (deniz kurudu diye) yola çıkan Türklerin dünyanın her yerine medeniyet götürdüğüne inanmamız talep edilmişti.
Buna “tarihi parlatmak” diyelim. Birçok milliyetçi projenin onsuz edilmez parçasıdır.
İkincisi “tarih”le değil, bugünle ilgili (tabii bunlar yer yer ve zaman zaman kesişir de): Bugün olan olayların çarpıtılmasını üstlenen uydurmalar.
AKP “Gezi” ile ve hemen ardından yolsuzluk iddialarıyla bu ikinci kanalı açmak ve işletmek ve her gün takviye etmek gereğini duydu.
“Yolsuzluk iddiaları” temelsiz, bu iddialarda bulunanlar “darbeci!” Ciddi bir yolsuzluk suçlamasıyla karşılaşan bir hükümetin o zamanki AKP hükümeti gibi davranması teamüle, her şeye aykırıdır. İddiada bulunan görevliler hallaç pamuğu gibi dağıtılmaz, neyin ne olduğunu ortaya çıkaracak hukuk yolları açılır. Böyle davranmakla AKP hukuk yollarını değil, hukuksuzluk yollarını açtı. Bu durumda olanı haklı göstermeye yönelik bir propoganda mekanizmasının harekete geçmesi gerekti. Bu süreç günden güne tırmanarak bugünlere geldi.
Böyle davranışların içeride de, dışarıda da, eleştiriyle karşılanması doğal. Nitekim öyle oldu. Bunun üstüne, propoganda makinesi bir “üst-akıl” heyulasına yöneldi. Böylece, hükümetin, AKP’nin ve tartışılmaz önderinin hoşlanmadığı her şey “faiz lobisi,” “üst-akıl,” “darbeciler” gibi esrarengiz düşmanların komplolarıyla açıklanır oldu. Yapılan savunmanın inandırıcılığı azaldıkça “volümünü” yükseltmek gerekli olmaya başladı. Eldeki imkânlar da uygun. Bu ses tonu bugün iyice tepelerde. Ve her gün bir yeni “düşman”a haddini bildirmekten büyük zevk alan bir Cumhurbaşkanı var bugün. Biri bir şey söyledi, “O yapılan yanlıştır” mı dedi? Ertesi gün aynı konuda aynı şeyleri tekrarlayarak yazan on beş, yirmi “yazar” çıkıyor ve bunun adı da “fikir mücadelesi” ya da ona benzer bir şey olabiliyor.
“Bakın, eğitim düzeyini düşürmüşsünüz” dedi biri (diyelim). Verilen cevap da bir tuhaf: “Sen zaten r'leri söyleyemiyorsun, bu konudan ne anlarsın?” türünden bir “karşı-atak.”
Haziran seçimi Erdoğan’ın ve partisinin iktidara tutunmak telâşını iyice artırdı. Öyle anlaşılıyor ki Tayyip Erdoğan bu iktidarı elde tutmanın en sağlam yolunun gerilimden geçtiğine inandı. Gemiyi yürütmek için kazanına kürek kürek gerilim atmak gerek.
Bu konjoktürde ona yardımcı olanlar da var. IŞİD gibi örgütlerin ya da PKK’lı şahinlerin eylemleriyle Erdoğan iktidarını desteklemek veya desteklememek gibi bir sorunları yok. Türkiye’nin demokratik olması veya olmaması gibi şeylere de kafalarını yormuyorlar. Gerilimin yükselmesi onların programlarına aykırı düşmüyor.
Tabii bu arada saçma sapan darbe girişimiyle yangına körükle gidenler de eksik olmadı. Bu olay, kalabalık kitleler gözünde “iktidarın anlatısı”na bu anlatının kendi başına elde edemeyeceği bir inandırıcılık kazandırmış oldu. İktidar, hızla, olan üç beş sesi de kısmak üzere harekete geçti.
Dolayısıyla bir kural dışılıkla başlayan, bir kural dışılığı başka kural dışılıklarla örtme ve kabul edilir kılma çabalarıyla devam eden, böylece her gün biraz daha “absdürd”leşen bir “post-gerçeklik” dönemine girdik. Burada “olgular,” “mantık,” “tutarlılık” önemli değil, daha çok ses çıkarmak önemli. “Kontra” sesleri bastırmak ve iktidar borusunu en yüksek perdeden öttürmek. Böyle olunca, “ideolojik” mücadelenin yanına polis, savcı, mahkeme, hapis, bu “baskı” ögelerini de eklemek gerekiyor. İşte günlerdir tutuklu yazarlar, gazeteciler ve tabii Kürt siyaset adamları.
Bu son kısmı hariç tutarsak, AKP’nin ve Tayyip Erdoğan’ın günümüzün dünyasında çok da yalnız kalmadığını görüyoruz. Onunki kadar “tamamlanmış” olmasa da, Britanya’da Brexitçilerin, Amerika’da Trump’ın, birçok yerde birçok sağ popülist-faşist politikacının “anlatı”ları ona yakın kurgusal ögeler taşıyor, içeriyor.
Yani, “post-gerçeklik” yalnız bize özgü değil diye sevinebiliriz. Dünya standartlarını ancak böyle yerlerde yakalayıp hattâ geçebiliyoruz da.