AKP iktidarının Türkiye’de daha önce yapılmamış bir şey yapmadığını ama her türlü demokrasi-dışı davranışın dozunu, derecesini v.b. yükselttiğini yazmıştım. Örneğin seçilmiş belediye başkanlarını istifa etmeye zorlamak gibi bir davranış… Dünyada sık görülür bir şey değil elbette. Ama bunun bizim tarihimizde hiç örneği yok mu? Tam aynı koşullarda değil, ama büsbütün yok değil. Serbest Fırka üyesi olarak Samsun Belediye Başkanı seçilen Ahmet Bey’in hikâyesi örneğin. Ona da “İstifa et” deniyor. Samsun Valisi de diyor, bizzat Atatürk de. Adam istifa etmeyince yukarıdan gelen emirle azlediliyor. Yani, şu son olayda gözlemlediğimiz durumun daha ötesine de geçiliyor.
Bu benzerlikler bana ilginç geliyor çünkü ortada bir “simetri” var. Cumhuriyet’in kuruluşuna egemen olan siyasi yöntem “elitizm”dir. O günün egemen ideolojisi kendine başka yöntem bulamazdı herhalde. Bugünkü iktidarın uyguladığı yöntem ise “popülizm.”
Kağıdın üstüne “elitizm” ve “popülizm” yazdığınızda akla ilk gelecek, bunların birbirinin karşıtı olduğudur. Öyledir de. Öyledir ama belki de tam bu nedenle, “birbirinin karşıtı” oldukları için, birbirinin aynı zamanda yapışık ikizi gibidirler. Biri olmadan öbürü de olmaz. Bir toplum “elitizm”i yaşamamışsa ondan “popülizm”in çıkması da pek beklenemez.
“Elitizm” de sonuçta “halk için”dir. Yanılmıyorsam bunun Kemalizm de nasıl tecelli ettiğini en iyi Şevket Süreyya özetlemişti: “Halk için, halka rağmen” diyerek. Siyasette her akım, kendisinin “halk için” en iyi yolu gösterdiğine inanır, inanmak zorundadır.
“Elitistler” de bütün yaptıklarını “halkın iyiliği için” yaparlar. Bu ideolojide sorun, halkın kendisinin, kendi iyiliğini sağlayacak işleri yapacak olgunluğa bir türlü erişememesidir.
Peki, siyasi ibrenin “popülizm” den yana dönmesi halkın bu olgunluk düzeyine eriştiğini mi gösterir? Hayır. Popülist önder de, en azından elitist önder kadar “halkın babası”dır. Onun iddiası, halkın ruhunun kendisinde cisimleşmiş olmasıdır. Bunu iddia edebilmek için halk çoğunluğunun benimsediği değerlerin diliyle konuşması gerekir. Oysa bunlar, çok zaman elitist önderin “halkın zaafları” olarak gördüğü ve değiştirmeye çalıştığı şeylerdir. Bu konulara gelince elitist önderle popülist önder birbirinden ayrışmaya ve “birbirinin karşıtı” gibi görünmeye başlarlar.
Tarih koşulları, “Türkiye”nin kuruluşunun yeni bir başlangıç olmasını belirlemişti. Bir imparatorluk dağılmasının son aşamasına gelmişti; o yıkılırken içinden yeni bir varlık (başarabilirse) doğacaktı. Bu, söz gelişi bir ülkede seçim sonucunda muhafazakârların kaybedip gitmesi ve yerine liberal ya da sol bir iktidarın geçmesine benzer bir olay değildir. O “yeni varlık”ın başına geçen güç gerçekten “yeni bir toplum” yaratmak zorundadır. Bu misyon 1920’lerde Mustafa Kemal’e düştü ve o, çevresindeki bir avuç kadronun yardımıyla zihnindeki toplumu kurmak üzere kolları sıvadı. Temelleri böyle atılmış bir toplum olarak Türkiye çeşitli badirelerden geçerek 2000’lere vardı. 2002’de AKP’nin seçim kazanarak iktidara gelmesi de, söz gelişi Britanya’da Tory’lerin kaybedip, Labour’ın başa gelmesi gibi bir olaya benzemez. Çünkü AKP’nin önderi Tayyip Erdoğan, Türkiye Cumhuriyeti adıyla bilinen toplumun kuruluş koşullarını ve dolayısıyla kuruluş biçimini benimsemiyor. Çerçevesi belli (ve değişmesi söz konusu olmayan) bir toplumu seçimlerin kendisine tanıyacağı süre boyunca yönetmekle yükümlü saymıyor kendini. Çerçevenin kendisini kabul etmiyor. O da kendi zihnindeki Türkiye’yi gerçekleştirme misyonuna sahip.
Tayyip Erdoğan dünyada “popülist” olarak tanımlanan siyaset adamları arasında yer alıyor. On beş yıl geçen iktidarında o da aşındı ve son referandumda çok küçük bir marjla kazanabildi. Yani arkasından izleyebilecek büyük bir halk çoğunluğu artık yok. Ama Erdoğan varmış gibi davranıyor.
Bütün bu tutuklamalar, hukuk açısından bakıldığında başlamadan bitmiş komik davalar da o davranışın parçası. Erdoğan’a göre toplumun onun gibi düşünmeyen yarısı bir fazlalık- olmasa da olur adamlar.
Dolayısıyla Tayyip Erdoğan üslubuyla siyaset yapmak ancak büyük bir gerilim yaratarak mümkün. Bu zaman zaman, adı konmamış bir “iç savaş” biçimi alabiliyor. Çünkü son dört beş yıldır bu ülkede bir “hukuk” kaldığına inanmak zor. Hukuk iktidarda olan bir kesimin muhalefet edenleri cezalandırmasının, susturmasının v.b. aracı haline geldi. İçeride OHAL, toplum misyonu, dışarıda her gün bir yenisi keşfedilen düşmanlar. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bugüne, gerilimin bu kadarını kaldıracak ölçüde güçlü bir toplum olmadı. Bu gidişin sonu hiç sevimli görünmüyor.