Olayları yan yana sıralayarak baktığımızda her şeyin Tayyip Erdoğan’ın isteklerine uygun biçimde cereyan ettiği söylenebilir. Avrupa Parlamentosu durdurma kararını neredeyse oybirliğiyle aldı (bu onları “tek” bir özne gibi göstermeyi kolaylaştıracak); Şanghay canibi de Türkiye’ye başkanlık verdi. Erdoğan da zaten kaç gündür bunları bağırıyordu. Demek ki işler yolunda.
İşlerin bu şekilde “yolunda” olması ne anlama geliyor?
Hep yazıldığı gibi Şanghay Örgütü, Avrupa Birliği’nin “muadil”i, onun alternatifi filan değil; temelde bir “ortak savunma” paktı. Bu bakımdan daha çok NATO ile aynı düzeyde ele alınır gibi görünüyor ama tam öyle de değil.
Çin, Uygurlar’a uyguladığı siyaset nedeniyle Türkiye’nin bu örgüt içinde bulunmasından fazla mutluluk duymaz (ama Türkiye de, Çin’in temsil ettikleri karşısında, pek öyle yüksek sesli bir “Uygur görüşü”ne sahip değil). Buna rağmen Çin’in şu aşamada bir itirazı olmadığı görülüyor, çünkü Çin ve Rusya Türkiye’nin bu tavırlarıyla NATO içinde açabileceği gediğe yatırım yapıyorlar. Erdoğan’ın bu Şanghay sevdasının NATO’dan çıkma-ya da “çıkarılma”- yolunu açtığı belli.
Yani Türkiye Cumhuriyeti, “Türkiye Cumhuriyeti” oldu olalı, bu modern dünyada kendine seçtiği yerde bulunmaktan vazgeçiyor. Saat ayarı yapmayı reddetmekten Şanghay’a kur yapmaya, Avrupa Birliği’ne neredeyse küfür etmeye, Batı’yı terk ediyor ve Asya’ya doğru çekiliyor.
Bu, Türkiye’nin Asya sorunlarıyla daha fazla hallihamur olan, Asya ülkelerinin sorunlarıyla, beklentileriyle daha içli dışlı bir toplum olacağı anlamına da gelmiyor. Daha izole bir toplum olacağını gösteriyor. Çünkü Tayyip Erdoğan’ın en rahat soluk alıp verebileceği yer, tam da bir izolasyonun göstereceği yerdir.
Tayyip Erdoğan bir yandan, adı “hükümet” olan ama herhangi bir şeye hükmetmeyen kurul bir yandan, Türkiye’nin işlerinin “tıkırında” olduğunu söylüyorlar. İşte, örneğin bu iddianın “inandırıcı” olabilmesi için, Türkiye’nin tam bir “izolasyon” ortamında yaşıyor olması gerek. Her türlü muhalefetin susturulduğu bir toplum olması gereği de cabası.
Çünkü gerçeklik düzeyinde bakıldığında Türkiye’de işler tıkırında gitmiyor, gitmediği besbelli.
Her Allah’ın sabahı, “Şu kadar insan gözaltına alındı” haberleriyle gözümüzü açıyoruz. Alınanlardan tanıdıklarımız var: Bunlar zaten yalnız Türkiye’de değil, dünyada tanınan kişiler. Ve ne gibi gerekçelerle tutuklandıklarına akıl erdirmek zor. “Subliminal” vb. “Abra kadabra”nın yeni biçimi. Tanıdıklarımız böyleyse, tanımadıklarımızın ne gibi gerekçelerle tutuklandığını (kırk bini buluyor sayıları) tahmin edebiliyoruz.
Tutuklu gazeteci sayısında da Çin’i geçip dünya birincisi konumuna oturmuşuz. E, tabii, “Şanghay Kriterleri” ile uyum göstermek gerek. “Benim senden ne eksiğim var?” diyebilmek için.
Bu tutuklama, işten çıkarma furyası mahut darbe girişimi ile başladı. Peki, bu kırk bin kişi mi katılmış o komik darbe girişimine?
Yüz binlerce “zararlı” kişi ne zaman, nasıl girmiş, nasıl “sızmış” şimdi ayıklandıkları yerlere? Bütün bunları yapan, bunlardan sorumlu olan AKP iktidarı, başında Tayyip Erdoğan “Anlatamam, belki yazarım” diyerek, Bank Asya’dan para havale edenleri gözaltına alıyor. Ama kendisi pîr-ü pak, adam tutuklatmakla meşgul.
Binali Yıldırım, Avrupa Parlamentosu’nun oylaması karşısında (bunun hiçbir kıymeti olmadığı tebliğ edildi ya), ne kadar önyargılı olduklarının dünya âlem gözünde belli olduğunu söylüyor. Bu söylemde “onlar” diye bir “özne” var. Yani o parlamentoyu meydana getirenler. Peki, kim bunlar? Aşağı yukarı bütün Avrupa ülkelerinden oraya seçilmiş, sağdan sola yelpaze içinde hemen hemen her türlü siyasî ideolojiyi, yaklaşımı temsil eden kişiler. Söz konusu olan, onların verdiği oylar. Neredeyse parlamentonun tamamı, “ilişki dondurulsun” diyor. Binali Yıldırım’a göre bu “önyargılı tutum”u seyredecekler kimler? Örneğin o parlamentoda bulunmayan İsviçre ya da Norveç’ten parlamenterlerin görüşü farklı mı olacaktı?
Yoksa, Şanghay’ın “-istan”ları, ayrıca Myanmar, Kuzey Kore ve Sudan mı, Avrupalıların ne kadar önyargılı olduğunu ibretle seyrecek olan?
Ekonomi benim bildiğim bir alan değildir. Herkes gibi benim de ekonominin gidişi hakkında kanaatlerim olur, ama o kadar. Bu işlerden iyi anladığını düşündüğüm kimseler benim kanaatlerime aykırı değil, uygun düşen saptamalarda bulunuyorlar. Ekonomik durum şimdilik insanları bağırtacak derece kötülemedi, ama hızla oraya doğru gidiyoruz. Avrupa ile köprü attıkça, bu gidişin ağırlaşacağını beklemek için kâhin olmaya da gerek yok.
Tayyip Erdoğan ile dolar arasında şaşmaz bir ilişki kurulmuş durumda. O konuşuyor, dolar tırmanıyor. Bu, tek başına bir örnek gibi duruyor ama öyle değil elbette. Türkiye’de “karar” adına verilen hiçbir şey Tayyip Erdoğan’dan bağımsız bir süreçten geçerek “karar” haline gelemediğine göre, ekonomi alanında şimdi olan ve yakın gelecekte olacak olan her şey de Tayyip Erdoğan’ın “görüldü” mührünü taşıyor, taşıyacak.
Ortadoğu politikalarına girmeyeyim bugünlük. Ama burada da durumun pek parlak olmadığı besbelli.
Kürt sorununa hiç girmeyeyim. İçler acısı bir durum: Yıkılmış kentler, tamam, ama yıkılmış duygular, gönüller, hayatlar onlardan çok daha vahim bir “enkaz” gösteriyor.” Herhalde Selahattin Demirtaş’ı, Ahmet Türk’ü, ötekileri içeri atarak o “enkaz”ı bir “mamure”ye döndürecektir Tayyip Erdoğan ve hükümeti.
Tayyip Erdoğan ve AKP her “işi tıkırında” giden, sorunlarını çözmüş bir toplumda iktidara gelmedi. İktidara geldiği zaman da bu toplumda sorundan geçilmiyordu. Ancak bir süre, hem de azımsanmayacak kadar bir süre, AKP iktidarı bu sorunlarla başa çıkmayı başardı. Üstelik, ağır bir saldırı ortamında bunu yapabildi. Ama bundan sonra, dünya siyasî tarihinde ender görülür derecede bir “siyah-beyaz” dönüşüm gözlemledik. Tayyip Erdoğan o ana kadar yapılan her şeyi tersine çeviren yeni bir siyasî çizgiye yerleşti.
Bu yeni çizgi de ülkeyi bu berbat hale getirdi. Şu andan sonra, Tayyip Erdoğan’ın herhangi bir şekilde değişebileceğini sanmıyorum.
Gelinen bu nokta, yönelebilinir olumlu yolları, “çıkar” yolları da tıkıyor. Onun için de önümüzdeki dönem konusunda son derece endişeliyim.